Geleneksel ve Çağdaş Tasarımların Birlikteliği: AHU Studio
Yazı Boyutu:
Türk kültür ve geleneklerinden esinlenerek yaratılan grafik sanat eserlerini çağdaş mobilya tasarımları ile birleştiren yeni tasarım kolektifi AHU Studio‘nun kurucuları Eda Akaltun ve Mevce Çıracı ile yarattıkları sanat hakkında keyifli bir sohbet ettik.
Eda Akaltun & Mevce Çıracı
Tasarıma olan ilginiz nasıl başladı? İlk yaptığınız tasarım neydi?
Eda: Benim resim ve özellikle de müziğe küçüklükten beri ilgim vardı. Babam müzisyen ve genel olarak sanatçı bir çevrenin içinde büyüdüm. Tasarım açısından ilk yaptığım şeyler kitap tasarımıydı. Lise yıllarında gittiğim resim atölyesinde elimizi ve fikirlerimizi geliştirmek açısından da birçok farklı tasarım fikirleri deniyorduk. Bundan sonra ise illüstratörlük kariyerimde menü, davetiye, etiket, poster, kitap ve albüm kapakları tasarladım. Bu işler gitgide büyüdü ve mobilyadan snowboard’a kadar genişledi. Son dönemlerde aldığım projeler, işlerimin 3 boyutlu yüzeylerde nasıl çalışabileceğini düşünmemi sağladı ve mobilya koleksiyonu eskizleri o şekilde başladı.
Mevce: Sanata ve bir şeyler yapmaya olan ilgim küçük yaşta başladı ama tasarıma yönelmek ile ilgili bilinçli kararı lisede aldım. Lise yıllarında seramikle ilgileniyordum ve Beyoğlu’ndaki okuluma yakın olan Ayfer Karamani’nin seramik atölyesine gidiyordum. Daha sonra bir süre Nuray Ada’dan torna dersi aldım. Kullanılan objeler, yaratmak giderek daha çok ilgimi çekti ve endüstriyel tasarım okuma kararını bu şekilde aldım. İlk yaptığım tasarım dendiğinde aklıma net bir obje gelmiyor ancak bu atölyelerde geçirdiğim zaman sonucunda çıkan işler sanırım ilk tasarım denemelerim sayılabilir.
Ahu Studio nasıl oluştu? Markanızı farklı kılan özellikleri anlatır mısınız?
Eda: Mevce ile lise yıllarında sanat okulu başvurumuz için gittiğimiz portfolyo atölyesinde tanıştık ve Central St. Martins’e aynı sene kabul edilerek Londra’ya taşındık. Grafik sanatı ve nesneleri bir araya getirme fikri üniversite yıllarından beri hayalini kurduğumuz bir şeydi aslında. Ben mezun olduktan sonra editörlük, tasarım, yayıncılık ve reklamcılık alanlarında uluslararası freelance işler yaptım. Çalışmalarımda her zaman hayali mekânlar oluşturmaya ve mimari referanslar kullanmaya ilgi duydum ve birçok mimarlık dergisine de illüstrasyon işler yaptım. 2016’da bir iç mimarlık projesi için özel üretim mobilya tasarımı yapma şansım oldu ve o zamandan beri çeşitli iç mekân projeleri için danışmanlık vererek illüstrasyon ağırlıklı tasarımlarımı üç boyutlu ortamlar için dönüştürmeye başladım. Bu projeler sırasında Mevce ile mobilya tasarımı ve üretim yöntemleri ile ilgili sık sık fikir alışverişi yapıyorduk ve zaten uzun zamandır yapmak istediğimiz iş birliğini başlatma kararı alarak Ahu’yu kurduk.
Mevce: Central St. Martins’ten mezun olduktan sonra Londra’da çalıştığım tasarım ofisinde aydınlatma, mobilya ve ambalaj tasarımı gibi farklı alanlarda uluslararası projelerde çalıştım. 2013’te ise İstanbul’a dönerek eşim ile birlikte mimarlık ve endüstriyel tasarımı birleştiren stüdyomuzu kurduk. O zamandan beri konut ve ticari iç mekânlar, ambalaj, aydınlatma ve mobilya tasarımı dahil olmak üzere birçok farklı ölçekte çalışıyorum. Bu projeler sayesinde birçok farklı usta ve zanaatkâr ile çalışma şansım oldu. Şehrin içerisine serpilmiş zanaat atölyelerinde ustalar; ahşap, metal ve cam işçiliğinden dokumacılığa geçmişten gelen el emeği üretim yöntemlerini uygulamayı sürdürüyorlar. Eda ile ikimizin de büyüdüğü şehir olan İstanbul’un bu köklü zanaat kültürünü birlikte tekrar keşfetmek ve yorumlamak istedik. Üniversiteden beri hayalini kurduğumuz iş birliği için iyi bir fırsat olduğunu düşünerek Ahu’yu kurduk. Senelerdir farklı alanlarda edindiğimiz tecrübeleri birleştirmek için de doğru bir zamana denk geldiğini düşünüyorum. Bu farklı tecrübelerin ve iki farklı tasarım alanının birlikteliği, ürünleri daha katmanlı hale getiriyor diye düşünüyorum. Ayrıca ürünlerin İstanbul’da usta zanaatkârlar tarafından üretiliyor olması ürünlere lokal bilgi ve becerilerin de yansımasını sağlıyor ve ürünleri farklı kılıyor.
{774059}
Tasarımlarınızı yaparken Anadolu’da yaşamış çeşitli kültürlerin sanatı, zanaatı, tarihi ve mistisizminden esinlenmeniz arkasındaki nedenler neler?
Eda: İlk koleksiyonumuzun çıkış noktasını oluştururken, kişisel bir yerden ve kendi hikâyemizden başlamak istedik ve kültürümüzden gelen günlük hayat alışkanlarımızı konuşmaya başladık. Farklı kültürlerden gelen kişiler için sıradışı ve hatta tuhaf olarak algılanabilecek, ama bizim günlük hayatımıza işlemiş ve normalleşmiş batıl inançları ele alma fikri ilgimizi çekti ve başlangıç olarak nazar tılsımını konu aldık. İlk koleksiyonumuzun ürün tipolojileri Türklerin misafir ağırlamaya verdiği önemi gösteren ikram geleneğinden yola çıktı.
Mevce: İstanbul tarih boyunca birçok farklı kültürün kesişim noktası olması elbette zanaat alanlarının çeşitliliğine de yansıyor. Şehrin içine yayılmış usta zanaatkar atölyelerine ulaşmak hala mümkün. Bunları şehir merkezinde gözlemleyebilmek İstanbul’u özel kılan özelliklerden biri. Ebru sanatı, ahşap bakır ve ve cam işçiliği, oymacılık, mine ve marküteri işleri, tekstil ve dokumacılık gibi farklı sanat ve zanaat tekniklerini yeniden yorumlayarak ve işlerimizin üretildiği coğrafyayı yansıtmasını önemsiyoruz.
Grafik sanat eserlerini çağdaş mobilya tasarımlarıyla birleştiriyorsunuz… İki farklı disiplinin bir araya gelmesi nasıl bir tasarım sürecinden geçiyor?
Eda: Mobilya fikirlerini Mevce ile karşılıklı beyin fırtınaları ile geliştiriyoruz. Mobilyaların formuna da yön veren grafik eserleri ben yaratıyorum. İlk koleksiyonumuz olan Meyhane serisinin desenlerini, geleneksel ebru tekniği ile yaptığım resimleri dijital post prodüksiyon ile birleştirip yeniden renklendirerek elde ettim. Desenleri oluşturma aşaması mobilya çizimleri ile paralel ilerliyor ve birbirlerini değiştirip dönüştürüyorlar. Bu şekilde desen ve ürün arasında daha güçlü ve bütüncül bir bağ oluşuyor.
Mevce: İlk koleksiyonumuz Meyhane için, Eda’nın çalıştığı desenlerin akışkan ve organik formlarını iki boyutlu düzlemsel bir baskı olmaktan çıkararak üç boyuta taşımak ve heykelsi unsurlar haline getirmek istedik. Zanaatkarların bilgi ve beceri birikimleri ile güncel üretim teknolojilerini harmanlıyoruz. Canlı renklere ve cam parlaklığına sahip baskılı yüzeyleri elde etmek için uzun bir araştırma geliştirme süreci sonucu farklı imalat teknolojilerini ve el işçiliğini birleştirerek kendi yöntemimizi oluşturduk. Doğal ve toksik olmayan malzemeler kullanmaya özen göstermenin yanı sıra, ürünlerin uzun ömürlü ve işlevsel olmalarını da çok önemsiyoruz.
2021 Londra Tasarım Festivali’nde Ebru sanatından ilham alan Meyhane Koleksiyonu’nuzdan Nazar isimli dolabı sergilediniz. Dolabın hikâyesini dinleyebilir miyiz?
Eda: Birlikte mobilya fikirleri geliştirmeye karar verdiğimizde bulunduğumuz sosyal ortamlarda da bu heyecan duyduğumuz fikrimizden bahsetmeye başladık elbette. Yapmak istediğimiz işler bir içki koleksiyonerinin ilgisini çekti ve ilk dolap komisyonumuzu bu şekilde aldık. Hikâye olarak günlük hayatımıza işlemiş batıl inançlardan belki de en göz önünde olan Nazar tılsımını yorumlamayı seçtik. Koruyucu bir tılsım olarak nazar boncuğu kullanımı, içerisinde Türkiye topraklarının da bulunduğu geniş bir coğrafyada binlerce yıl öncesine uzanan ve günlük yaşamın içine işlemiş bir gelenek. Muazzam güç ve anlam taşıyan bu sembolün günümüzde her yerde kolayca bulunan kullan at objelere dönüştüklerini ve esas anlamlarının bir kısmını yitirdiklerini görüyoruz. Metalaştırılmış bir sembolü alarak onu çağdaş bir yorumla benzersiz ve kendine özgü bir konuma yükseltmek istedik.
Mevce: Ürünler heykelsi görünmelerinin yanı sıra kullanım rahatlıklarını ve uzun ömürlü olmalarını da önemsiyoruz. Nazar dolabında Eda’nın yarattığı desenin merkezinde olan ve akışkan geometriye sahip büyük deseni 3 boyuta taşıyarak alışılmışın dışında heykelsi bir kulp elde ettik. Kulbu tutma şeklinden kapağın açılma ve kapanma hissine ve iç kullanım ergonomisine kadar bir çok detayı defalarca düşünüp test ederek final ürüne ulaştık.
{773680}
İşlerini sevdiğiniz ve takip ettiğiniz tasarımcılar kimler?
Eda: Ben genelde nedense geçmişteki sanatçılara bakıyorum, onların geçtikleri dönemlerden öğrenecek ve üstünde düşünecek çok fazla malzeme çıkıyor. Mesela Anne Albers’in modernist tekstilleri, Hilma af Klint’in soyut resimleri ve özellikle tuttuğu eskiz defterleri, ve de Covid döneminde keşfettiğim Ruth Asawa’nin heykelleri…Gio Ponti ve Fornasetti’nin 1940’larda başlayan ortak çalışmaları, Josef Hoffman’in geometrik broşları, ve tabii ki Jacques Ruhlmann art deco mobilyaları her zaman dönüp baktığım araştırmalar arasında. Daha yenilere gelirsek, Wendell Castle’in formlarına – özellikle tasarladığı masalarda – bayılıyorum.
Mevce: Formafantasma, Studio Swine ve Olafur Eliasson yaklaşımlarını severek takip ettiğim tasarımcılar.
“Keşke bu benim elimden çıksaydı” dediğiniz bir tasarım var mı?
Eda: Emile- Jacques Ruhlmann’in 1923 yılından olan “Tibattant” yazı masası!
Mevce: İsamu Noguchi ‘pierced table’
Tibattant & Pierced Table
OGGUSTO Kategori Yöneticisi Cemre Bosnalı’nın diğer yazılarını okumak için tıklayın.
Dünyadan en yeni haberleri ilk bilen olmak için OGGUSTO’nun haftalık e-bültenine kaydolun.