Romancı Erkek midir Kadın mı?
Yazı Boyutu:
“Doğu kültüründe dişil ve eril, iyi ve kötüyle ilişkilendirilmez. Kadın ve erkeğe âit özelliklerden bahsederken doğru vurgu her birinin diğerini tamamladığı, biri olmadan diğerinin eksik kalacağıdır. Dahası, erkeksi aklın ürettiklerinin, kadınsı bir kalp ve duygularla bütünleşmesiyle rûhî olan yaratıcılık mekânını oluşturmaktır…” Erkek romancı ve kadın roman kahramanlarını, Editör ve Kerim Vakfı’nın kurucu kurul üyesi Zeynep Aslan anlatıyor…
Zeynep Aslan
“Romancı, eserin genişliği ile içindeki figürlerin zenginliği göz önünde bulundurulduğunda, bir evren yaratan, kendi kişileriyle, kendi yerçekimi kanunlarıyla kendine âit bir dünya kuran ve yanına da kendine âit yıldızlı bir gökyüzü koyan kişidir.” – Stefan Zweig
Batı medeniyetinin ürettiği en büyük sanatlardan biri olan romanın ortaya çıkışı, felsefede Descartes ve Locke’a, bilim alanında Newton’a denk geliyordu. Özelikle 19. yüzyıl gerçekçi romanında romancının işi sevinçleri, üzüntüleri, tutkuları, hayâlleri, duygu ve düşünceleriyle insanı ve toplumu dile getirmekti. Romanı roman yapan îcat ettikleri karakterler oldu. Romancı karakterini kurguladığı manzaraya yerleştirdi, olaylarla çevirdi. Böylelikle her nazar kendi manzarasını oluşturdu ve bu karakterler tutkuyla okunan, ölümsüz, hayâlî kahramanlara dönüştüler. Don Quiote, Robinson Crusoe, David Copperfield, Anna Karenina, Madam Bovary, Werther, Bihter, Hayri İrdal, İnce Memed, Feride, Selim Işık, bir düşüncenin, bir niteliğin, soyut birer kavramın sembolleri sayıldılar. Bununla beraber “Bovarizm”, “Werther etkisi”, “Don Kişotluk”, “Oblomovluk” gibi insanlık tutumları da doğmuş oldu. Romancılar içinde yaşadıkları toplumu sosyologlardan, ekonomistlerden, tarihçilerden çok daha derin bir biçimde anlatmayı başardılar. Alexandre Dumas’ya göre romancının yarattığı kanlı-canlı insanların yanında tarihçinin insanları âdeta hayâlet kalıyordu.
“Tarihçinin görevi yazmak, romancının görevi yaratmaktır.” – E. M. Forster
{773651}
Peki, insanı anlamak için yazılan iyi romanlar ve bu yolda anlamlı bir bütün yaratan romancı bu sözcükten insanları, çağlarını temsil eden tutarlı kişilikleri, gelişmiş karakterleri nasıl yarattılar? Burada sanatsal bir yaratıcılıktan söz edildiği akılda tutulmalıdır. Yazarların pek hoşlarına gitmeyen “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna Umberto Eco “Soldan sağa doğru” cevabını verirmiş. Bir başka romancı, bu işin kendi duygularınızdan bir başkasının duyguları gibi ve başkalarının duygularından da kendi duygularınız gibi söz edebilme hüneri olduğunu söylüyor. Yaşanmışlığın tanımaya ve yazmaya etkisinden söz edenler oldukça fazla. Yaşamanın, tanımak hususunda bir yöntem olduğu muhakkak ama ancak yaşanmış olanı aktardığı ölçüde başarılı olacağı düşünülmemeli. Tecrübe aynı zamanda zihinsel bir süreç. Öyleyse romancı hudutsuz insanlara mâlik bir yazar, başka insanları içinde yaşayabilen biri midir? “Don Kişot’un aslı benim” diyen Cervantes kahramanının gerçekten kendisi olduğunu mu söyledi?
“Madam Bovary benim.” – Gustave Flaubert
Elbette her karakter biraz da yazarın kendisidir fakat Flaubert, ne kadındı ne evlenmişti ne de kahramanınınkine benzeyen bir hayat yaşamıştı. Bir romancımıza göre, onun mutsuzluğunu, renkli hayat özlemini, hayâllerle hayatının acı farkını onun gibi yaşamış, onun gibi görmüş, kendi görüş şeklini de Madam Bovary’nin görüşü gibi derin bir inandırıcılıkla ifâde etmişti. Flaubert’in dünyası da kendi mantığı, kuralları ve rastlantılarından şekillenen bir düş dünyasıydı. “Madam Bovary benim” sözü, aynı zamanda onu, kendi kadar tanıyor olduğunun da bir ifâdesi olmalıdır. Sanki târif edilenlerin tamamını kapsayan ama hepsinin üstünde bir başka sır var. Buna ilham mı demeli? Einstein yaratıcılığın ilhamın eğlenmesi olduğunu söylerken Umberto Eco ‘ilham’ın hilebaz yazarların sanatsal açıdan saygın görünmek için başvurdukları kötü bir kelime olduğunu düşünüyor. En iyi şiirinin, bir gece ormanda gezinirken, âni bir ilhamla, aklına eksizsiz geldiğini söyleyen Lamartine’in ölümünden sonra çalışma odasında aynı şiirin yıllar boyu yazıp yazıp düzelttiği versiyonlarının bulunduğunu hatırlatıyor. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı yedi kez elden geçirdiği, bu savaşı betimleyebilmek için savaş alanında at sürdüğü, savaşa katılan birinden küçücük bir ayrıntı duyabilmek için trenle kilometrelerce yol kat ettiği biliniyor.
“Bir sanatçının, konusunu “aradığını” söylemek yanlış olur. Konu, onun içinde tıpkı bir tohum gibi olgunlaşır ve şekillendirilmeyi bekler… Yaratıcılık onun için yegâne varoluş biçimidir.” – Andrey Tarkovski
{773540}
Lolita’nın yazarı Nabokov’a göre bir yazar üç bakış açısından ele alınabilir: Bir hikâye anlatıcısı olarak, bir öğretmen olarak ya da bir büyücü olarak. Büyük bir yazar bu üçünü kaynaştırır ama üstün gelen ve onu büyük yapan ondaki büyücüdür. David Hume yaratıcılık yeteneğini, duyuların ve tecrübenin verdiği malzemeleri birleştirmek, yerlerini değiştirmek, büyültmek ya da küçültmek yetisi olarak görür. Kesin olan şu ki, yaratıcılık süreçleri genişlik arıyor. Bu ise çoğu yazarın yalnızlığını, hayatını bilinçli bir şekilde daraltarak yalnızlaştırdığını ve kendisini içe doğru, dikey olarak genişletmesini açıklayan bir durum. Romancının gücü, topluma ve insana kendi kimliği ve cinsiyetinin üstünde bir idrakle bakabilmesine mi dayanıyor? Bu idrakten kasıt yaratma eyleminin, erilliğin ve dişiliğin birbiriyle kaynaştığı zorunlu bir birlikle mümkün olması. Bir ampulün yanması gibi. Ying-yang misâli. Doğu kültüründe dişil ve eril, iyi ve kötüyle ilişkilendirilmez. İyi olan aralarındaki denge; kötü olan dengesizliktir. Kadın ve erkeğe âit özelliklerden bahsederken doğru vurgu her birinin diğerini tamamladığı, biri olmadan diğerinin eksik kalacağıdır. Dahası, erkeksi aklın ürettiklerinin, kadınsı bir kalp ve duygularla bütünleşmesiyle rûhî olan yaratıcılık mekânını oluşturmaktır.
Sanatsal yaratıcılık da içimizde var olan tüm unsurlarla bütünleşmek ve daha önce olmadığımız şeylere dönüşmek sûretiyle vuku buluyor olmasın? Flaubert’in bir mektubunda bunun izlerini sürebiliriz: “Bugün hem erkek hem kadın, aynı bedende hem âşık hem metres bir sonbahar öğleden sonrası at sırtında ormanda yapraklar arasında gezindim. Hem at hem yaprak hem rüzgâr, söylenen sözler, kızıl güneş… romanımdaki iki sevgili, hepsi bendim.”
Zeynep Aslan Kimdir?
İç mimari eğitimi almak üzere Londra American College’a gitti. Sanata olan ilgileri doğrultusunda eğitimini yarıda bırakarak İstanbul’a döndü ve 1999 yılında 2005 yılına kadar yürüteceği Elturko Sanat Galerisi’ni kurdu. Çalışmalarında, genç sanatçıların hayâllerini gerçekleştirmelerine yönelik projelere öncelik verdi. Daha sonra, sivil toplum kuruluşlarındaki faaliyetlerine yoğunlaştı. Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nde yönetim kurulu üyeliği görevinde bulundu. Kurucu kurul üyesi olduğu Kerim Vakfı’nın Tasavvuf Araştırmaları alanında ulusal ve uluslararası girişim, sempozyum ve eğitim programlarına katıldı. Bu kuruluşlarda hala sürdürdüğü aktivitelerin yanı sıra, Nefes Yayınevi’nde editörlük faaliyetlerine ve Edebiyat Fakültesi’ndeki lisans eğitimine devam etmektedir. Zeynep Aslan; Cenan, Ahmed ve Server’in annesidir. Kendisini hayat karşısında daima öğrenci olarak görmektedir.