Anlatının Şehri Sanatın Sunumunda: 8. Çanakkale Bienali
Yazı Boyutu:
Bu yıl “Birlikte nasıl çalışırız?” başlığıyla çağdaş sanatı kentle özdeşleştiren 8.Çanakkale Bienali; dostluk, iş birliği ve hafıza gibi kavramları merkeze alıyor. Yeni üretimlere kapı açan bienali yerinde izledik.
Tarih boyunca hem en çetin savaşlara meydan vermesi hem de mitolojinin beşiği olması ile bilinen bir kent Çanakkale. Söylencelere, masallara, yıkımlara ya da destanlara konu olan bu şehir her ne kadar arkasında kadim tarihin acılarını barındırsa da aynı zamanda varlığıyla ‘bir arada nasıl yaşanır’ sorusuna da başlı başına bir yanıt vermiş gibi. Arkasına aldığı tarihsel kökleri çağdaş sanatın mesajlarıyla örtüştüren 8.Çanakkale Bienali de sahip olduğu kentin ayrıcalıklı havasından ilhamla bu yıl “Birlikte nasıl çalışırız?” başlığı altında topluluk, çalışma, birliktelik kavramları ve deneyimlerine odaklanıyor.
8. Çanakkale Bienali, altı sanat inisiyatifi ve 40’tan fazla sanatçının katılımıyla, Çanakkale’de 11 farklı noktaya yayılan sergileriyle sanatseverlerin beğenilerine sunuldu. 2008 yılından bu yana CABININ – Çanakkale Bienali İnisiyatifi tarafından gerçekleştirilen bienalin genel sanat yönetmenliğini Azra Tüzünoğlu üstlenirken ana destekçiliği ise Dardanel’in girişimleriyle sağlandı.
Bienal bu yıl “Birlikte nasıl üretiriz?”, “Birlikte nasıl yaşarız?”, “Birlikte nasıl çalışırız?” gibi temel ve kapsayıcı sorular üzerinden insan-insan, insan-doğa, insan-hayvan, hayvan-hayvan ve tüm canlı-canlı olmayan yapılar arasındaki karmaşık ilişkilerin bağlantılarını/düğüm noktalarını araştırmayı amaçlıyor. Konukseverlik, dostluk, iş birliği, emek, sorumluluk, adalet, bağışlama, hafıza, yas, neşe gibi farklı kavramları ele alırken, insanın “birlikte yaşama” zorunluluğunun peşini bırakmayan paradokslar, imkansızlıklar ve tekil şansları da soru işaretleri ve ünlemlerle vurguluyor.
Şehre yayılan 11 mekânda izleyicilerle buluşan bienal, yeni işbirlikleri ve üretimlere kucak açmayı umuyor. 1 Ekim’de başlayan 8. Çanakkale Bienali, ana sergilerinin yanı sıra panel, atölye, film gösterimlerinden oluşan programı ve OPET’in ana destekçisi olduğu Troya Köylerinde gerçekleştirilecek Sanat Günleriyle 5 Kasım’a kadar devam edecek.
Basın ekibi olarak sonbaharın en güzel günlerinde ve şansımızın yaver gitmesiyle sebebiyle rüzgarsız Çanakkale günlerine denk düşen bienalin ilk durağı Troya Müzesi oldu. Troya’nın farklı katmanlarını barındıran bu mekânda sanatçı Alparslan Baloğlu’nun üç yerleştirmesi yer alıyor. Troya Müzesi’nin zemini toprakla kaplanan geçici sergi alanında, Baloğlu’nun yerleştirmesi savaştaki en önemli güçlerden biri olan at nallarının izlerinin yer aldığı savaş meydanında, efsane ile ilgili merak edilen sorulara yeni cevaplar arıyor. Baloğlu, “Atlar, Tanrılar ve diğerleri” sergisi ile yalnızca hayallerdeki imajlarda yer alan bir coğrafyanın üzerine gerçek bir şehir olan Troya’ya yeni bir yorum getiriyor.
Bu yılki Çanakkale Bienali’nde göze çarpan bir diğer unsur ise video art’ların çokluğunun dikkati çekmesi. Bir çağdaş sanat trendi olarak gittikçe yaygınlaşan bu tür için söylenebilecek tek olumsuz yorum ise bazılarının çok uzun olması ve sonuna kadar izlemenin bir sabır gerektirdiği. Buna rağmen ÇTSO Çanakkale Evi’nde yer alan Mircea Cantor imzalı 2018 tarihli “Senin Varoluşunun Sıfatı” ve Adrian Melis’in “İhtiyaç Fazlası Üretim Hattı” değindikleri temalar ve yarattıkları atmosfer itibariyle görülmeye değer işler olarak not düşmek gerek.
Mekor Hayim Sinagogu ise bienalin en ikonik yapıları arasında ilgiye değer. Yılın sadece belirli günlerinde ibadete açık olan sinagog hem avlusu hem de iç mimarisiyle atmosferik bir sunum alanı oluşturuyor. Mekânın isminden ilhamla, yaşamın kaynağından yola çıkarak şekillenen Liliya Lifanova ve Cevdet Erek’i bir araya getiren “Aktığı Yerde Büyüyen” sergisi geçmişin sarsıntısı ve şimdinin kayıtsızlığı arasından “ötekinin iyileştirici eli”ni geleceğe uzatan hakikati bulmaya çalışıyor. Cevde Erek‘in ses yerleştirmesi mekânla örtüşen ve dinleyicinin zihninde uzun süre kalıp ortamla bütünleşebileceğiniz bir duygu yaratıyor.
Bienalin dikkat çeken bir diğer işlerinden biri ise İrem Tok’un üç farklı masaya yayılan çalışması. Hydromancy adını verdiği işinde bilimin olmadığı büyünün olduğu zamanlara bizi götüren eser insansız bir dünya tasvirinden insanlığın ve uygarlığın oluşumuna gidip sonra tekrar başa dönüyor. Masaların daire formunda olması da aslında tekrar eden bir oluşum ve yok olma halinin simgesi gibi. Büyük masada kitaplar toz haline gelirken taştan topraktan heykeller insanlığın daha kalıcı izi gibiler.
Bienalin performansa yönelik işlerinde ise Murat Meriç, Can Altay’ın Bienal için ürettiği “Reçel Çemberi”ne misafir olduğu kasetten/plaktan “canlı” performansında, müzik dünyamızın “sürprizli birlikte”lik tarihinin tozlu rafları arasında “Birlikte çalışabiliyor muyuz?” sorusuna cevap aradı. Özlem Günyol ve Mustafa Kunt ise Frankfurt, İstanbul ve Çanakkale’den kamusal alan heykel ve anıtlarından elde ettikleri kalıplarla ürettikleri “Free Solo” tırmanma duvarı ise profesyonel tırmanıcıların performansıyla dünya prömiyerini yaptı.
8. Çanakkale Bienali evrensel ve toplumsal olarak kutuplaşmış ve sivri uçların git gide keskinleştiği dünyada bir aradalığı ve birlikte neler yapabiliriz başlığını vurgulaması açısından dikkate değer. Bugün göçmenlerin yeni dünyaya kaçak yollarla açıldığı şehir olması bir yana, kime sorarsanız sorun Türkiye’nin en yaşanılır kentlerinden biri olma özelliği bulunan Çanakkale’yi bu bienal çağdaş sanatın sahasına çıkarıyor. Birbirinden farklı seslerin olduğu bienal formatının üzerine mitolojinin bu anlatı şehri ekleniyor ve insanlık tarihinin en tanınmış söylencelerine mekân olmuş bu kentin efsaneleriyle örtüşüyor. Çanakkale Bienali bir anlatı ve sunum şehrinin üzerine çağdaş sanatın yorumlarını giydiriyor. Yalan söyleme hastalığı olan mitomaninin mit kelimesinden türediği düşünülürse bugün insanları bu şehirde bir araya getiren Homeros’un mitleri hala canlılığını koruyor. Homeros’un efsane şehrinde anlatı, sanat ve oyun devam ettikçe mit devam ediyor…