Berlin-İstanbul Arasında Bağımsız Bir Küratör: Ayça Okay
Yazı Boyutu:
Berlin’deki uluslararası misafir küratör programında yer alan “Criss-Cross Pollination” grup sergisi ile sanatseverlerin karşısına çıkan Ayça Okay ile kariyerinden yola çıkarak Avrupa’da bağımsız küratörlüğü ve projelerini konuştuk.
Bağımsız küratör, araştırmacı, sanat ve kültür profesyoneli Ayça Okay bu kez Berlin’de bir grup sergisi ile sanatseverlerin karşısına çıktı. Berlin’deki uluslararası misafir küratör programı Somos’un küratöryel rezidans programı kapsamında düzenlediği “Criss-Cross Pollination” sergisi video, enstalasyon ve resim gibi farklı disiplinlerden sanatçıların üretimlerini bir araya getirdi.
Botanik arşiv araştırmasının sonuçlarını ve bir dizi anketi birleştiren sergi, küratörün ve katılımcı sanatçıların yabancı bir ülkede etnik bir arada yaşama konusundaki kişisel deneyimlerini temel alıyor. Merkezi metaforu Botanik olan Criss-Cross Pollination, monokültürün zayıflatıcı etkilerine karşı çeşitlilik ve çapraz tozlaşmanın hayati önemini vurgulayarak, insanların ve bitkilerin hareketi arasındaki bağlantıları araştırıyor. Bağımsız küratör Ayça Okay’ın küratöryel rezidans programına seçilen projesi 6 aylık bir araştırma sürecini kapsıyor. Sürekli hareket halinde olma ve göç etme gibi eylemler ekseninde insanlar ve botanik arasındaki sosyo-politik ilişkilerin izlerini süren sergi uluslararası ölçekte üretim yapan İnci Eviner, Anwar Al Atrash, Verena Kyselka, Jasmina Metwaly, Manaf Halbouni gibi sanatçıları bir araya getirdi.
Uluslararası ve yerel kurumlarla işbirliği yaparak küratörlük görevi üstlendiği projeler yöneten ve kariyeri boyunca sürdürülebilir destek sistemleri oluşturarak araştırmaya dayalı projelere imza atan Ayça Okay ile 6 aylık bir çalışma sürecinin sonucu olan “Criss-Cross Pollination” sergisini merkeze alarak, kariyerini ve planlamalarını konuştuk.
Türkiye’de küratörlükle batıda bir sergiyi hayata geçirme arasında nasıl bir yorumunuz var, ne gibi farklılıklar yakaladınız, kendi kişisel kariyerinizi de merkeze alarak anlatır mısınız…
Benim için yurtdışında daha aktif olarak çalışmaya yönelmek aslında herkes gibi kendi ülkemde son dönemdeki memnuniyetsizliklerim ve kariyer stratejimin sürekli gelişim ve yenilik üzerine kurulu olmasıyla başladı diyebilirim. Bu yolculuğun başı ise 2022 yılının Mayıs ayında eş küratörü olduğum bir serginin üzerimde yarattığı baskı ve negatif taraflarından öğrenme ile başlıyor. İlk adımım eğitimimi uluslararası boyuta taşımak için Berlin’de yer alan NODE Center for Curatorial Studies uluslararası küratörlük programına başlamak oldu. Sık sık açık çağrı ile açılan yarışma ve projeleri takip ediyordum zaten. İkinci adımım ise, açık çağrı sonucu projemle CIMAM (International Committee for Museums and Collections of Modern Art)’a başvurmaktı. CIMAM üyeliğine seçildim ve SAHA Derneği desteğiyle Kasım ayında Mallorca’da düzenlenecek konferansa katılma hakkı kazandım. Sanıyorum yurtdışına odaklanma stratejimin son adımı ve “üçlemesi” de Somos Berlin’deki residency programına insanlar-bitkiler ve göç ekseninde oluşturduğum projemle katılmak oldu. Berlin sanat ortamı son derece rekabetçi… 350’ye yakın galeri ve değişken ölçekte sanat alanı, inisiyatif ve elbette sayısız müze ve komünel galeriyi de eklediğinizde sonsuz fırsat varmış gibi görünüyor. Ancak değil… Çok güçlü bir konsept ve çalışma planına sahip olmadığınız sürece herhangi bir residency programından kabul almak ya da fon desteği edinmeniz ne yazık ki mümkün değil. Belirsizlik ve sistematik olmayan her tür çalışma biçimine kapalı bir ekosistemden bahsediyoruz. Türkiye’de bazı projelerimde çok kısa süreler içerisinde, kısıtlayıcı faktörlerle çalışmaya maruz kalmıştım. Bunun benim üzerimde yarattığı negatifliklerden ders çıkararak gelecek projelerimde nasıl çalışmak istediğimi, ne tür bir küratöryel perspektifte olacağımı ve hangi alanlarda çalışmak istediğimi düşünerek şekillendirdim. Dolayısıyla kendi kariyerimi merkeze alarak soruyu cevaplayacak olursam benim NODE ve CIMAM ile başlayan fon ve projelere başvurma ve bu konularda deneyim kazanmam ile sergi fikrimi hayata geçirmenin daha kolay olduğunun altını çizebilirim.
Sanat kariyeriniz arasında Berlin nerede duruyor, özellikle Almanya’yı tercih etmenizin bir nedeni var mı? Almanya’da çağdaş sanata nasıl bir yaklaşım gözlemlediniz?
Bu sorunun cevabın son derece kişisel. Berlin benim üniversite yıllarından beri sıkça müzik etkinliklerini deneyimlemek amacıyla seyahat ettiğim bir şehir. Kendimi her gittiğimde evimde gibi hissediyorum. Annem, Alman ekolüyle eğitim aldığından dolayı da evimizde hep Almanya sempatisi vardı. Ailemin çok küçük bir bölümü orada. Çağdaş sanatın merkezi olduğu gerçeği ise benim için ikinci plandaydı. Biraz tuhaf farkındayım…
Berlin sanat ortamındaki gözlemlerime gelecek olursak; devlet desteği belirli güncel meseleler etrafında çok yoğun. Göçmenlik ve queer sanata yönelik içeriklerin destek bulma ihtimalinin çok güçlü olduğunu gözlemledim. Aynı şekilde belirttiğim toplulukların varlığını ve desteğini de hemen her adımda alabilmek mümkün. Documenta 15’te yaşanan talihsiz durumu dışarıda bırakacak olursak ifade alanının son derece özgür olduğu bir yer. Bu benim için Berlin’i seçerken önemli bir motivasyon kaynağıydı. Öte yandan İstanbul Bienali ile birlikte İstanbul’daki yoğun uluslararası ziyaretçi, dinamizm ve umut atmosferi de aklımın köşesinde kaldı. Çünkü aynı heyecanı Berlin’deki sanat profesyonelleri ve ziyaretçilerde görmek mümkün olmuyor.
Sizi çağdaş sanat dünyası Türkiye’deki çalışmalarınızdan tanıyor. Şimdi uluslararası arenada da yer almaya başlayınca Türkiye’deki çalışmalarınız bir refarans niteliği taşıdı mı? Nasıl reaksiyonlar aldınız, paylaşır mısınız…
Benim kariyer modelim tersten başlayarak gelişti diyebilirim. Ticari bir oluşumun ticari amaç gütmeyen uzantısında-bir vakıfta yönetici olarak çalıştım ve bahsettiğiniz sergilerin bir bölümünü gerçekleştirdim. Çok küçük bir ekiple ölçek olarak büyük işler yaptığımızı düşünüyorum. Ancak şu an tümüyle bağımsız projelerime ağırlık vermiş durumdayım. Gelecekte de bu yönde ilerlemesi için çaba sarf ediyorum. Dolayısıyla residency programına ve CIMAM’a başvururken bağımsız projelerimin çok daha fazla etki yarattığını söylemek mümkün, tüm başvuru evraklarımı oluştururken özellikle herhangi bir kurumda düzenli çalışmadığımı belirtmem gereken zorunlu alanlar vardı. Bu da bağımsızların daha fazla desteklenme ihtiyacının olduğunu ortaya koyan bir başka gerçek. Bunun yanı sıra Türkiye’deki bazı sergilerimin referans niteliğinde olduğuna inanıyorum. Bunlardan bazıları ise; araştırma alanım olan kent ve insan, antroposentrizm, ekokritisizm, feminist ve queer sanat eleştirisi ile doğrudan kesişen sırasıyla; Borusan Contemporary Koleksiyonu’ndan Moving Memories, dolanıklık teorisini merkeze alan tarihi Maksim Gazinosu’ndaki Taksim Maksim ve Shirin Abedinirad’ın Trabzon Kızlar Manastırı’ndaki solo sergisi Collective “Reflection” demek doğru olur.
Criss-Cross Polination sergisiyle Berlin’de izleyici karşısına çıktınız. Serginin gelişimini anlatır mısınız..Hangi sanatçılarla çalıştınız ve nasıl bir süreç izlediniz?
Sergi konsepti 2 yıldır yoğunlaştığım araştırma alanlarının sonucu sergilerin (Terra Incognita, Moving Memories, Taksim Maksim) ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bunun üzerine Somos’a başvurumu gerçekleştirdim. Botanik arşiv araştırmasının sonuçlarını ve bir dizi anketi birleştiren Criss-Cross Pollination, benim ve katılımcı sanatçıların yabancı bir ülkede etnik bir arada yaşama konusundaki kişisel deneyimlerini temel alıyor. Merkezi metaforu botanik olan sergi, monokültürün zayıflatıcı etkilerine karşı çeşitlilik ve çapraz tozlaşmanın hayati önemini vurgulayarak, insanların ve bitkilerin hareketi arasındaki bağlantıları araştırıyor. Başvurum kabul olduktan sonra Berlin metropolünde yer alan komünel bahçeleri ve botanik müzelerindeki arşivleri inceledim, projenin geliştirilmesinde 20’nin üzerinde Berlin’de yaşayan ve üretim sağlayan sanatçıyla bir araya gelerek stüdyo ziyaretleri gerçekleştirdim. Manaf Halbouni daha önce Taksim Maksim isimli sergimde çalıştığım bir sanatçı. Dresden kamusal meydanlarına yerleştirdiği dev ölçekli dikey biçimdeki “Monument” isimli otobüsleri ile tanınıyor. Anwar al Atrash Documenta 15 katılımcılarından ve kendisi ile etkinlik açılış hafta sonunda tanışma fırsatım olmuştu. Jasmina Metwaly ise dokümenter pratiğinde güçlü üretimleri olan 7. Berlin Bienali katılımcılarından. Verena Kyselka ile yolum Bethanien Kunstlerhaus direktörü Cristoph Tannert vesilesiyle gerçekleşti. İnci Eviner’i zaten biliyoruz. Serginin benim adıma merkezindeki Parlamento adlı videosunu sergileme fırsatım oldu, şanslıydım… Sergi davetimi kabul eden sanatçıların bu projede çok büyük desteği var.
Berlin’deki yerli-yabancı izleyicilerin tepkileri nasıl oldu? Özellikle Berlin’de yaşayan Türkler sergiye ilgi gösterdi mi?
Herhangi bir şeyi kategorize ettiğimiz an, yani tanımladığımızda, aslında o şeyi bir bakıma işaretliyoruz. Kimi zaman bu durum çok negatif olabiliyor. Berlin’de yaşayan Türkiyelileri tanımlamamaya özen göstererek bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım. Aralarında sanat profesyoneli olanların dışında ilgi gösteren olmadı diyebilirim.
Criss-Cross Polination sergisi bitkilere özgü yaşamsal eylemler üzerinden bir metafor kuruyor. Tam olarak serginin değindiği ekolojik temanın çerçevesini nasıl tanımlarsınız?
Geçmişte küratörlüğünü üstlendiğim Borusan Contemporary Koleksiyonu’ndan Moving Memories isimli sergi dahil olmak TAKSİM MAKSİM, Terra Incognita gibi sergilerde şehircilik, antroposentrizm, ekoloji, dolanıklık (arkeolojide) konularını sürekli olarak mercek altına almamdan dolayı, bitki ve insanların iç içe geçtiği politize bir ekosistemin varlığı doğal olarak araştırma alanım haline geldi. Bitkilerin de insanlar gibi göç ettikleri ekosistemdeki baskın türler tarafından çeşitli biyolojik baskılara maruz kaldığını öğrendim. Kimi zaman göçmen için yıkıcı olan bu göç, kimi zaman göç eden ekosistem için yıkıcı olabiliyor. Hatta bitkiler de insanlar kadar “kağıt işlerine” maruz kaldıkları bir süreçten geçiyorlar. Yine araştırmam esnasında Tempelhof ve Prinzessinnen isimli komünel bahçelerde, ait oldukları ülkelerini terk edip Berlin’e daha iyi şartlarda yaşamak için gelen kimselerin yanlarında getirdikleri tohumları ektikleri komünel bahçeleri keşfettim. Tüm bu iç içe geçme durumu merkezi metafor olarak bitkileri kullanmayı benim için vazgeçilmez hale getirdi. Sanıyorum sergide bu içkin durumu en iyi görselleştiren yapıt ise Verena Kyselka’nın sergileme mekânında kurguladığı yapay bahçe. Farklı orijinlerden tohumların eşit şartlar altında yetişmesine yönelik deneysel bir çalışma. Bunun sonucunda tohumlar aynı eko-sistemde yetişse dahi eşit biçimde büyüyemiyor, tıpkı insanların farklı bir coğrafyaya alışmak için yaşadıklarına benzer tepkileri veriyorlar. Ekosistemin tüm üyelerine karşı eşit olmamasını mükemmel şekilde anlatıyor. Burada aidiyet ve kimlik üzerine bir anlatının izini sürme güdüsü oluşunca, karşıma Fransız yazar Eduard Glissant’ın önermesiyle SoJourner ifadesi çıktı. Sürekli olarak hareket halinde olmanın, çeşitliliğin beraberinde gelişimin ortaya çıktığının altını çizen Glissant’ın göçmen ifadesi yerine SoJourner(misafir) ifadesini kullanmayı öneriyor.
Gelecekte buna benzer projeleriniz olacak mı? İlerleyen dönemde neler hayal ediyorsunuz?
Hayallerimi paylaşmak buraya sığmayacaktır… Bu sebeple gerçekleşecek projelerimi anlatmak isterim. 2022 Kasım ayı itibariyle İstanbul ve Berlin arası yaşayıp çalışacağım. Berlin’de yer alan iki farklı bağımsız sanat alanı ile projelerim var. Yanı sıra yabancı bir fon desteğiyle Türkiye periferi bölgesindeki sanat alanlarında atık yönetimi ve sürdürülebilirlik etrafında gerçekleşecek paylaşım ekonomisi, kadın istihdamı ve mekansal politikaları konu alan çalıştaylar düzenliyoruz. 1 yıl sürecek olan projenin devamında bir sergimiz olacak. CIMAM Mallorca konferansına Türkiye’de kurmak istediğim kolektif bir projeyle başvurmuştum. Dolayısıyla yeni yıl sonrası bu konu özelinde benim ve arkadaşlarımın dahil olduğu bir duyurumuz olacak. Buna ek olarak 2023 baharında Criss-Cross Pollination’ın devam niteliğindeki sergiyi Lizbon’da bağımsız bir sanat alanında gerçekleştireceğiz. Her şey yolunda giderse çok yoğun bir sene olacak. Londra merkezli bir kültür sanat platformunda yazılarım yayınlanmaya başlıyor bu da daha fazla seyahat ve uluslararası sanat etkinliklerinin ziyareti demek oluyor. 2024 yılı için ise 1 senelik residency programına başvurma niyetim var. Son olarak bu ropörtajı yapmak istememin ve beni en çok motive eden kısmı hakkında bir şeyler söylemek isterim. Berlin’e gittiğimden bu yana sıklıkla residency’ye başvurmak veya çift taraflı bir yaşam-çalışma modeli yapılmasına yönelik sorular alıyorum. Ben de başvurmadan önce Aykan Safoğlu ve Pınar Öğrenci gibi orada yaşayan ve üreten deneyimli isimlerden görüş almıştım. Bu sebeple burayı okuyacak ve soruları olan herkese destek olmaya açık olduğumun altını çizmek istiyorum. Bu röportajın amacının benim işlerimi anlatmanın ötesinde birilerine faydasını olmasını önemsiyorum. Buna vesile olan Oggusto ekibine ve Uğur Ugan’a da teşekkür ediyorum.