Devrim Erbil’in Mavisi: O Mavide Kaybolmak İstemiştiniz!
Yazı Boyutu:
Uğur Batı’nın kaleminden Türk resminin özgün soyutlama ustalarından biri olan ressam Devrim Erbil’in sanatını keşfedin.
İstanbul aşığı eşsiz yazar, sonsuz dost Mario Levi’nin değerli anısına…
Her ressamın ayrı bir ruhu var. İnsanlar gibi şehirlerin de resimlerin de ruhu var. Kimisi dalgalarla sarpa sarmış bir coşkunlukla gizlenirken kimisi bulutların şemsiyesinde yaşam bulmaya çalışıyor. Devrim Erbil, Türk resminin en özgün soyutlama ustalarından biridir. Tüm çalışmalarında şiirsellik hemen görülür. O, resmin şairidir. O sadece resim değil, “derinliğin” şairidir. Bambaşka malzemelerle dünyanın en verimli, en yaratıcı, en derinlikli ressamlarındandır. Her türlü satıh onun için bir sanat “ihtimalidir”. Velüttur Devrim Erbil. Sanat her yerdedir. O nedenle “yatay bir derinliği” vardır, dünyada hiçbir ressamın olmadığı kadar. Batik… Mozaik… Halı, kilim, vitray, sedef, marküteri, nakış, jikle, kumaş sanatları (Gutto, Avalon, Kolaj, Schenille), özgün baskı… Hepsi Devrim Erbil’in sanatındadır. Bunu dünyanın görmesi gerekir. Ben de bunu anlatmalıyım diye düşündüm hep. Devrim Hoca’ya bu nedenle kitaplar yazdım, sahne gösterileri geliştirdim, TV programlarında birlikte olduk, küratörlüğünü yaptım. Hep onu anlatmak için “gönüllü” oldum, dedim ya dünya onu çok daha iyi tanımalıydı. Bu güzel çabalardan biri de Türk kültür hayatında, edebiyatında özel bir yeri olan Seyrüsefer kitabıydı. Biraz ondan söz etmek isterim. Daha sonra da o kitaptan güzel bir yazıyı sizle paylaşacağım. Sevgili dostum, meslektaşım, okulda kapı komşuluğu (!) yaptığım yakın zamanda kaybettiğimiz yazar Mario Levi kaleminden bir Devrim Erbil öyküsü size aktarmak isterim. Nur içinde yatsın, bu yazı da sevgili Mario anısına olsun isterim. Unutulacağından değil ama daha fazla hatırlansın isterim. Ne de olsa ikisi de İstanbul aşığı, İstanbul’u en iyi anlatanlardan ikisi.
Şimdi biraz Seyrüsefer kitabından söz edelim. Sadece kitap Seyrüsefer kitabıyla sahnesiyle deneyimiyle, özgün oluşuyla harika bir projeydi. Kusursuz bir edebiyat/sanat projesi. Bir ortaklık. Birlikte yaratıcılık. Eşsiz yazarlar vardı. Şairler… Alanında da dünya çapında ilklerdendi. Projeyi kurgularken ve uygularken insanın sanatın dünyanın kurucu nesnesi olduğuna dairdi. Seyrüsefer, ikonik yazarların kendisi de ikonik olan ressam Devrim Erbil için hikâyeler yazmasını konu alıyordu. Bu özel kitap birçok eleştirmen ve yazar tarafından bugüne kadar kaleme alınmış en özgün/en edebi/en sanatsal Devrim Erbil kitabı olarak değerlendirilmesinin yanında dünya çapında bir tür örneği olması itibarıyla da kendine özel bir yer buldu. Bu kadar özel yazarın bir araya gelip her birinin farklı bir Devrim Erbil tablosunu kaleme alması “disiplinlerarası” bir iş olarak da ilham vericiydi. Üstelik kitabın edebi yanı haricinde sanatsal tarafı da bir ressamı yorumlama açısından önemliydi. Hele ki Türkiye’nin her yerinde düzenlenen Seyrüsefer Sahne Gösterileri binlerce insanın katılımıyla yapıldı. Bu ise anlatılmaz bir gösteri, bir iddia, bir inançtı. Şahsen ben bu işe çok inanmıştım. Bu işte neler var diye sorarsanız;
- Devrim Erbil tabloları var
- Haikular (kısa şiirler) var
- Fotoğrafçı Kerim Süner portreleri var (Çok özel bir teknik olan WetCollodion tekniğinde çekilecek fotoğraflar)
- Seçilmiş yazarların öyküleri var
- Seslendirme var
- Sahne gösterileri var.
Aslında kitapta Devrim Erbil, yazarların genel “janr”ına uygun birer tablo seçildi. O tablolar çok değerli yazarlar tarafından öykü, roman ya da şiir formunda kaleme alındı. “O” resme uygun bir “haiku” Uğur Batı tarafından yazıldı. Kitabın bir “art book” versiyonu oldu. Bir “raf versiyonu” oldu. O kitaptaki öykülerden biri de sevgili Mario Levi’nin “O Mavide Kaybolmak İstemiştiniz!” öyküsüydü. Şimdi o öyküyü, öyküye ait olan ve tarafımdan yazılmış bir şiirle duygu dünyanıza sunuyorum. Sevgilerimle ve değerli dostum Mario Levi’nin anısına ona saygılarımla.
İstanbul’un Ruhu
İnsan ruhunu kaçırabilirdi.
Görünmezdi.
Ama sadece bir musibete düşmüştü işte!
Câzibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplayıp, sersem eden bir ceheleye kanmıştı.
Buna da hayat deniyordu.
Ah bu musibetler…
Ah bu güzellikler…
Ah bu İstanbul…
Şiir: Uğur Batı
Bir akşam alacası… Bu maviyi hep anlatmak istedim.
Bir yaz daha bitiyor. Bize aşklar vaat eden ne çok baharı ardımızda bırakmışız. Ne çok bahar sonunu…
Bir yaz daha bitiyor. Duyuyor musun? Seyyan Hanım hâlâ o derin ve yaralı mazinin şarkısını söylüyor. O efsunlu mazinin şarkısını…
Birazdan gece inecek. Ayın şavkı buralara hangi ışığı veriyordu? Sessizlik. Hayatın bu rengi bu sulardan geçen yolcuların bize bıraktığı rikkatle anlam kazanıyor. Sularımız. İstanbul’un mavisini bu göç duygusu için sevdim. Hüznünü de…
Bir yaz daha bitiyor. Hüzün kelimesinin karşılığını bildiğim hiçbir dilde bulamadığımı sana söylemiş miydim? Şehrimin en çok bu duyguyla içime kök saldığını.
Gecede ilerleyeceğiz. Gidebileceğimiz yere kadar. Mazinin bize fısıldadıklarını içimizde duyarak…
Bir yaz daha bitiyor. Bu maviyi içimize gömeceğiz. Sonra gün yeniden ışıyacacak… Tan yerinin serinliği… Sabah ezanının ardından belki de ilk martı seslerini duyarız.
Sessizlik, derin bir sessizlik.
Sonra yine mavi. Şehrimin ilk ışıkları. Sabah alacası da var mıdır?
Yorgun bir yaz günü… Birbirinin içine girmiş sokaklardan gelen hikâyeleri yeniden duyuyorum şimdi. Hâlâ duyuyorum. Yola çıktığım günlerdeki gibi… Hikâyelerimin hiç bitmemesini temenni etmiştim o günlerde. Bitmedi. Onca yıla rağmen bitmedi. Şimdi bu maviyi tekrar hissedince anlatmanın ne anlama geldiğini bir daha hatırlıyorum. Şehrazat bize bir yerlerden gülümsüyor görüyor musun?
Yaz… Bir daha yaz… Mavi bu yüzden mi bize hep o sonsuzluğu anlatacak?