Solomon R. Guggenheim Müzesi'nde Görülmesi Gereken Eserler
Yazı Boyutu:
Mimari bir ikon olan Solomon R. Guggenheim’nin sarmal koridorlarında gezerken mutlaka görmeniz gereken eserleri sizler için derledik.
Muhteşem koleksiyonlara sahip birçok sanat müzesi sayabiliriz ancak New York City’de bulunan Solomon R. Guggenheim, ziyaretçilerine sadece geniş bir sanat eseri yelpazesi sunmakla kalmıyor, ünlü mimar Frank Lloyd Wright’ın eşsiz tasarımı sayesinde spiral rampaların arasında sıra dışı bir izleyici deneyimi de vadediyor.
Pierre Auguste Renoir, “Woman with Parrot” – 1871
Renoir’ın bu eserinde elinde muhabbet kuşuyla gördüğümüz kadın, onun yakın arkadaşı olan Lise Tréhot’tur. Tréhot, kariyerinin ilk yıllarında Renoir’ya tablo için bir hayli poz vermiştir. Öyle ki genç ve dinamik yüz hatları, 1867 ile 1872 arasında resmedilmiş birçok Renoir tuvalinde kolaylıkla tanınabilir. Henüz proto-empresyonist aşamada olduğu döneme ait bu eserinde bile işini karakterize eden tüylü, dokulu fırça darbelerini kullanan Renoir, Tréhot’yu burjuva bir hanımefendi olarak resmediyor.
Sanat tarihi boyunca sayısız kuşlu kadın imgesi ile insan ve hayvan arasındaki yakınlığı ve duygusal bağı ön plana çıkarmıştır. Bu tabloda da kadın ve kuş arasındaki benzetme, modelin ayrıntılı fırfırlı elbisesi ve parlak kırmızı tüyleri ile daha da vurgulanıyor. Bu samimi sahne her ne kadar ilk bakışta Renoir’ın evcil kuşuyla oynayan genç, üst-orta sınıftan bir kadını tasvir ettiğini düşündürse de zengin ama boğucu iç mekan, tıpkı muhabbet kuşunun yaldızlı kafesine kapatıldığında olduğu gibi modelin alanını kısıtlıyor ve 19. yüzyıl burjuva Fransız kadınlarının neredeyse tamamen ev içi mekânlara sürülmüş hayatlarının boğucu atmosferini gözler önüne seriyor.
Pablo Picasso, “Woman with Yellow Hair” – 1931
Picasso’nun bu eserindeki kadın, onun 1927 yılında tanıştığı ve o zaman henüz 17 yaşında genç bir kız olan Marie-Thérèse Walter’ın portrelerinden biridir. Tanışır tanışmaz Marie-Thérèse’den çok etkilenen Picasso, o sırada 47 yaşında evli bir adam olmasına rağmen ona olan ilgisine yenik düşmüş ve ikilinin gönül ilişkisi gizli bir şekilde bir dönem sürmüştür. Marie-Thérèse Picasso için yıllar boyunca ilham perisi ve değişmez bir özne olmuş, ressam onu birçok kez resmetmiştir.
Onu uyurken resmetmeyi çok seven ressam, bu şekilde onun en savunmasız ve mahrem halini yakaladığını düşündüğünü dile getirmiştir. Ayrıca bir çok natürmort ve portre eserlerine, şifreli bir şekilde Marie-Thérèse’nin baş harfleri olan “MT” veya “MTP” monogramlarını dahil etmiştir.
Edourad Vuillard, “Place Vintimille” – 1908-1910
Yaşamı boyunca hiç evlenmeyen Vuillard, annesi ölene kadar Paris’te yaşadı. 1908’de, annesiyle beraber, 25 yılı aşkın süre yaşayacakları Paris’in kuzeyindeki Batignolles semtindeki 26 rue de Calais’in dördüncü katındaki bir daireye taşındılar. Batignolles bölgesi, gelecekte empresyonistlerin çekirdeğini oluşturacak ve o zamanlar ise empresyonist olarak bilinen sanatçıların düzenli buluşma yeriydi. Bu nedenle Édouard Vuillard’ın çalışmaları, bu şehir resmi geleneğinin parçasıydı.
Burada görmekte olduğumuz iki panel, Place Vintimille’in Vuillard’ın dairesinden görünümünü tasvir ediyor. Sağ taraftaki panel Place Vintimille’i bulutlu, yağmurlu koşullarda gösterirken, sol taraftaki resimde parlak bir güneş ışığı huzmesi ön planı aydınlatıyor ve meydanın uzak tarafındaki binaların cephelerini vurguluyor. Burada Vuillard’ın Paris bulvarlarının birçok resmini yapan Monet ve Pissarro gibi ressamların izinden gittiğini rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.
{107137}
Camille Pisarro, “The Hermitage at Pontoise” – 1867
“The Hermitage at Pontoise”, Camille Pissarro’nun en ünlü eserlerinden biridir. Tuval üzerine yağlıboya olan tablo, bir köye giden dolambaçlı bir taşra yolunu, yol boyunca yürüyen ya da ön planda sanki konuşmak için durmuş olan köylüleri tasvir eder. Köylülerin kıyafetleri, bir kadını başında taşıdığı yük, çimenlerde dinlenen yorgun çocuklar gibi ayrıntılar, hepsi günlük yaşamdan güçlü bir izlenim yaratır.
Teknik detaylara baktığımızda, Pissarro’nun ışık ve gölgeyi nasıl da ustaca kullandığını, binaları oluşturan taş işçiliğinin ince ton geçişlerini, yemyeşil yeşillikleri, tarlaların toprak tonlarını mükemmel bir şekilde yakaladığını görebiliriz. O zamanlar Pissarro, Claude Monet ve Pierre Auguste Renoir gibi önemli manzara ressamlarıyla yakın çalışıyordu; Pissarro’nun özellikle çiçekler ve ağaçlar gibi doğal formları tasvir ederken bu ressamların etkisinde kaldığını gözlemlemek mümkündür.
Bu eser, “gerçekçiliğin” iyi bir örneğidir ama aynı zamanda Pissarro’nun realist resim türünden doymadığı ve ondan uzaklaşmaya başladığı noktayı da temsil eder. Pissarro’nun daha sonraki çalışmaları ise çok daha gevşek ve daha özgür bir üslupla belirgin bir şekilde farklıdır.
Édouard Manet, “Before the Mirror” – 1876
Modernizmin gelişimi üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olan ve eserlerinde realizm ile empresyonizm arasında bir köprü kuran Édouard Manet, yenilikçi resim tekniklerini ve kışkırtıcı konuları benimseyen, çağdaş yaşama göndermeler yaparak resmin tarihsel geleneklerini alt üst etmeye çalışan gerçek bir provokatördü. 1863 yılında bir çift terlik ve bir kolye dışında çıplak bir şekilde yatakta uzanmış bir hayat kadınını tasvir ettiği “Olympia” adlı tabloyu yaptığında Parisli sanatseverleri şoke etmişti.
Çünkü hayat kadını figürü her ne kadar 19. yüzyıl Fransız resminde popüler olmayan bir konu olmasa da, bir hayat kadını nadiren bu kadar dürüst bir şekilde tasvir edilmişti.
Sanatçı benzer bir skandalı, sabırsız bir müşterisinin önünde burnunu pudralayan ve kısmen soyunmuş cilveli genç bir kadını tasvir eden “Nana” adlı tablosunu 1877 yılında Boulevard des Capucines’teki bir vitrinde sergilendiğinde yine benzeri bir skandala neden olmuştu.
“Before The Mirror”ın (“Aynadan Önce”) da ikonografik olarak “Nana” ile ilintili olduğu ancak uygulamada daha spontane bir resim olduğu düşünülüyor. Tıpkı “Nana”da olduğu gibi burada da temsil edilen korseli kadın aynadaki yansımasına hayran hayran bakıyor ancak “Nana”nın aksine bu resimdeki kadın, kendi görüntüsünü sessizce süzerken sırtı izleyiciye dönük olarak tasvir ediliyor.
Jackson Pollock, “Enchanted Forest” – 1947
“Enchanted Forest”, Jackson Pollock’un büyük ve kasnağa gerilmemiş tuvaller üzerine dripping (damlatma tekniği) adı verilen ve fırçalardan damlayan, dökülen ve sıçrayan boyalar ile yarattığı olgun soyut kompozisyonlarının önemli bir örneğidir.
Burada Pollock’un hareket eden ve genişleyen çizgi ağının ortasında geniş beyaz alanların nefes almasına izin vererek, yoğun katmanlı renk yapısını açtığını ve paletini ölçülü bir altın, siyah, kırmızı ve beyaz kartelasına indirgediğini gözlemleyebiliriz.
Siyah ve ve koyu kahverenginin çeşitli tonlarındaki figürlerin üzerine bindirilmiş grimsi bir zemin üzerinde dönen bir labirentin içerisinde bir tutam kırmızı savruluyor.
Dalgalanan, genişleyen, daralıp geri çekilen ve yalnızca kısa bir süre duraklayan aksak ritimleri düzenleyerek hassas bir form ve renk dengesi yaratıyor. İzleyici herhangi bir baskın odak tarafından hapsolmadan, önce bir renge, ardından hevesle diğerine akışkan bir geçiş yapabiliyor. Böylece Pollock’un çizgisi, tek bir formu tarif etmek yerine sürekli formun kendisi haline geliyor.
Vassily Kandinsky, “Composition 8” – 1923
Kandinsky, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra memleketi Moskova’ya döndüğünde, etkileyici soyut tarzı Rus avangardının ütopik sanatsal deneylerini yansıtan değişikliklere uğradı. Evrensel bir estetik dil oluşturma çabasıyla Kazimir Malevich, Aleksandr Rodchenko ve Liubov Popova gibi sanatçıların öncülüğünde geometrik formlara yapılan vurgu, Kandinsky’ye kendi resimsel kelime dağarcığını genişletmesi için ilham oldu. Üst üste binen düzlemler ve net çizilmiş şekiller gibi süprematizm ve konstrüktivizmin geometrikleştirici eğilimlerinin bazı yönlerini benimsemesine rağmen, soyut formların anlamlı içeriğine olan inancı, onu daha rasyonel, sistematik ilkeleri savunan Rus meslektaşlarının çoğundan uzaklaştırdı.
1922’de Kandinsky, sanatına devam etmek için daha elverişli bir ortam olduğunu düşündüğü Weimar Bauhaus Fakültesi’ne katıldı. Dışavurumcu bir yaklaşıma dayanan Bauhaus estetiği, 1920’lerin ortalarında kapsamı uluslararası hale gelen konstrüktivist kaygıları ve stilleri yansıtmaya başladı. Kandinsky orada bulunduğu süreç içerisinde, renkler ve formlar arasındaki yazışmalar ve bunların psikolojik ve ruhsal etkileri konusundaki araştırmalarını sürdürdü.
Kandinsky’nin 10 yıl arayla yaptığı iki tablo olan “Kompozisyon 7” ve “Kompozisyon 8″e baktığımızda, “Kompozisyon 7″nin kıyamet duygusundan, “Kompozisyon 8″in geometrik ritmine geçişi arasındaki farklı net bir şekilde görmek mümkün. Bu dönüşüm ressamın yaratıcı dehasının mantıksal bir gelişmesidir ve aradan geçen on yılda Kandinsky’nin Rusya’da ve Bauhaus’ta özümsediği süprematizm ve konstrüktivizmin etkisinin yansımasıdır.
Formun kendisi tamamen soyut olsa bile kendi iç sesine sahip olduğunu düşünen Kandinsky, görsel sanatlarda, her yaratımın merkezinde olması gereken evrensel bir uyum yasası arayışındaydı. Nitekim “Kompozisyon 8″de, renkli ve etkileşimli geometrik formlar, dönüşümlü olarak önce dinamik ve sakin, sonra agresif ve sessiz olan titreşimli bir yüzey oluşturur. Buradan yola çıkarak “Kompozisyon 8″in, Kandinsky’nin tıpkı müzikte olduğu gibi dinleyicide büyük ölçüde güçlü duygular uyandıracak soyut bir dil formüle etme isteğinin iyi bir örneği olduğunu söyleyebiliriz.
“Kompozisyon VIII”, Solomon R. Guggenheim tarafından satın alınan ilk resimlerden biriydi. 1930’da Guggenheim, Kandinsky’nin birkaç resmini satın aldığı Bauhaus’u ziyaret etmiş, böylece şu anda New York’taki Guggenheim Müzesi’nde sergilenen büyük bir koleksiyonun temelleri atılmıştı.
{108837}