Gastronominin Sanat Üzerindeki Etkisi
Yazı Boyutu:
Her sanat akımında ve her yüzyılda farklı bir şekilde karşımıza çıkan gastronomi ve sanat ilişkisini yakından keşfedin.
Sanatın gastronomi ile birlikteliğinin eski zamanlara dayandığını söylemek mümkündür. Sanat tarihinin miladı olarak kabul edilen ve hemen hemen her konuda ilham aldığımız mağara resimleri burada da yine karşımıza çıkar. Çünkü pişirmeye bağlı olarak yeme-içme faaliyetinin sanata olan etkisi üst paleolitik dönem olarak adlandırılan Buzul Çağı’nın sonlarında görülür. Buzul Çağı insanları yaşamlarını sürdürebilmek ve hayatta kalabilmek için avlanmak durumundaydı. İnsanoğlu hayvanla olan bu mücadelesini öncelikli olarak mağara duvarlarına betimleyerek hem hayvanı bir gıda nesnesine dönüştürmüş hem de bu tasvirden güç ve cesaret almıştır.
Yeme-içme kültürünün sanata tarihine yansıdığı diğer bilinen ilk örnekler ise kakaonun geçmişiyle ilgilidir. Kolomb öncesi Mayalarda, post klasik dönemde Yucatan yarımadasında boyanarak resmedildiği düşünülen çeşitli sahnelerde kakaonun tanrılara sunum özelliğini de öğrenmekteyiz. Dresden el yazması kitabından bir sahnede; yiyecek tanrısı K’awil’in oturur pozisyonda elindeki çömlekten kaseyi yukarı kaldırırken resmedilmiştir. Dresden Kodeksi’nden diğer birkaç sahne ise yer altı tanrısı Kisin, ölüm tanrısı Kimil ve yağmur tanrısı Chaak gibi birçok Maya tanrısının bitki veya çekirdekleri elde tutarken resmedilmesidir.
Maya el yazması kitaplarında Chaak (Yağmur tanrısı) ve Ixık Kaab’ın (Dünya tanrıçası) evlilik törenlerinde kakao verildiği belirtilmektedir. Meksika’nın yüksek kesimlerinde Mikstek bölgesinde resmedilen köpüklü kakao içeceğinin evlenen taraflarca değiş tokuş edildiği ritüeller de mevcuttur. Guatemala’nın yüksek bölgelerinde çağdaş Mayalar halen bu geleneğe devam etmektedirler. Guatemala’nın Alta Verapaz bölgesinde bir halk hikâyesinde evlilik sözünün “Köpüklü çikolata” dolu bir kase ile mühürlendiği bildirilmektedir.
Zaman ilerledikçe kültürler birbirini etkiler ve kakaodan elde edilen bu pahalı, lezzetli içecek dünyanın farklı ülkelerine de yolculuk yapar. Kültürün yolculuğu ise sanatçıların yorumlamalarıyla tuvallere farklı yansır.
İsviçreli ressam Jean-Etienne Liotard sıcak çikolata ile ilgili bir seri eser üretmiştir. Bu eserlerden bir tanesi 1754 yılında yapmış olduğu “Chocolate Girl” isimli tablodur. Burada efendisine tepsi içerisinde bir bardak su ile bir fincan sıcak çikolata götüren bir hizmetli kız betimlenir. Ressam Liotard’ın başyapıtı olarak kabul eden bu eser modern sanatçılara da ilham kaynağı olmuş ve pek çok benzeri de yapılmıştır. Hatta bu eser Hollanda asıllı çikolata üretim firması olan Drote tarafından da benzeri bir betimleme ile reklam afişi olarak kullanılmıştır.
Eser pastel tekniğiyle yapılmış olmasına rağmen renklerin dayanıklılığı ve yoğunluğu güçlü şekilde hissedilir. Ayrıca resimde nesnelerin dokuları, gümüş, cila, kumaş ve ışık yansıması pastel boyalar ile mükemmel olarak verilmiştir. Hizmetli kızın önlüğündeki ve başındaki Bohem tarzındaki bonesinden onun önemli bir soylu için çalıştığı ve bu tepsiyi de sabah efendisine götürdüğü anlaşılır. Bu soylu kişi Avrupa’nın çeşitli ülkelerini yönetmiş hanedan üyelerinden biri olan Maria Theresa’dır. Theresa 1740 yılından ölüm tarihi 1780 yılına kadar Habsburg Hanedanlığı’nı idare etmiştir. Bu resim Therasa’nın kutsal kimliğine atıfta bulunurken, Japon tepsi üzerindeki kırmızı, mavi ve altın renklerde yapılmış Hint çiçek motifleri ve fincanın etrafındaki gümüş kılıfı da zenginliğe gönderme yapar. Ayrıca çikolata sabah içeceği olan kahvenin iki katı daha pahalı ve kıymetlidir. Tabloya çok dikkatli ve ayrıntılı bakılırsa diğer önemli bir detay ise su bardağının üzerine pencereden gelen ışık yansımasıdır ki bize çikolatanın sabah servis edildiğine dair bir ipucu verir.
Çikolata hem kutsallığı hem de tok tutma özelliğinden ötürü Katolik kiliselerinde oruç günlerinde ikram edilen bir içecektir.
Kolomb’un sayesinde önce İspanyollar ve Portekizliler, daha sonra da Hollandalılar kakao ve çikolata ile tanışır, sonrasında da çikolata alışkanlığı tüm Avrupa’ya yayılır. İspanyol aristokrat aileler lezzetlendirmek için içerisine şeker, süt karıştırır, bu sıra dışılık İspanyol ressamların tuvallerine de yansır. İspanyol kralı III. Charles’ın kızı Maria Josefa tabloda süs köpeği ve çikolata fincanı ile betimlenmiştir. Fincanın deseni, içeceği ve köpeği ile tüm tablo alışılmamışlık çağrıştırır.
Çikolatanın bir sabah ritüeli haline dönüşmesi ve aristokratlar tarafından içilmesi yine Venedikli ressam Pietro Longhi’nin tuvaline “Morning Chocolate” olarak yansır. Tabloda aristokrat aile bireyleri toplanmış, şık bir sunum eşliğinde yanında tatlı yiyeceklerle birlikte sıcak çikolatalarını yudumlayarak sosyalleşmektedirler.
Sanat tarihinin ilerleyen dönemlerinde de çikolata teması popülerliğini korumuş ve toplumların değişim gösteren alışkanlıklarına bağlı olarak ressamların tuvallerine yansımıştır.
Fransız izlenimci ressamlardan gündelik Paris yaşantısını resimlerine konu olan Renoir, 1878 yılında yapmış olduğu “The Cup of Chocolate” isimli eserinde çikolata içen bir hanımı resmeder. Bu resmi diğer öncülerinden ayıran en önemli özelliği çikolatanın artık sadece aristokrat, soylu ailelerin içtiği bir içecek olmadığı, burjuva ailelerinin de buna erişebildiğini göstermesidir.
Empresyonizm fotoğraf makinesinin icadıyla anlık görüntülerin resmedildiği bir dönem olmasından ötürü yeme-içme temaları da sıklıkla işlenmiştir. Örneğin ünlü empresyonist ressamlardan Edouard Manet’nin “Kırda Öğle Yemeği” adlı çalışması, döneme yönelik eleştirisel bir yaklaşıma sahip olmasının yanı sıra resmin sol alt köşesinde yer alan natürmort eklentisiyle de dikkatleri çeker.
Dönemin diğer önemli ressamlarından olan Claude Monet de benzer içerikli çalışmalar yapar. Kahvaltı-piknik temalı eserlere natürmort eklentisi yapılarak hiyerarşik düzen kırılmaya çalışılır. Natürmort‘un arkasında yer alan figürlerle seyirciyle yeniden bir bağ kurulur.
Natürmort olarak sanat ve yeme-içme kültürüyle devam edersek kübizm akımının öncüsü Paul Cezanne akla gelir. Sanatçı “Bir elmayla Paris’i şaşırtmak istiyorum” der.
Yeme-içme teması 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra özellikle de Pop Art Sanat Akımı ile değişmeye başlar. Pop Art, 1950-1960’lı yıllarda her ne kadar önce İngiltere’de ortaya çıksa da dünyanın sanat merkezi olan Amerika’da tanınarak popüler hale gelir. Ünlü Amerikalı Pop Art sanatçısı Andy Warhol’un serigrafi çalışması “Çorba Konserveleri” dönemin en simgesel eserlerinden biridir.
Hem Pop Art hem de kavramsal sanatın çeşitli özelliklerini bünyesinde barındıran Yeni Gerçekçilik akımının ünlü sanatçılarından Daniel Spoerri yeme-içme anlatımını farklı bir düzeye taşır. Dadaizm akımından esinlenen sanatçının çalışmalarında hazır nesneler kullanır.
Günümüze geldiğimizde ise İtalyan sanatçı Maurizzo Cattelan’ın “Duvara Asılmış Bantlı Muz” isimli çalışması ise bir yeme-içme nesnesinin sansasyonel bir çalışmaya konu olduğu en son örneklerden birisidir. 2019 yılında Miami Art Basel’de sergilenen bu çalışma duvara gri bir bantla yerleştirilir ve sonrasında da bir performansa dönüşür. Sergi sırasında David Datuma isimli performans sanatçısı tarafından “Aç Sanatçı” adını verdiği bir performansla yerinden alınarak yenir. Kölelik, cinsellik, evrim ve konfor gibi farklı değerleri anlatan bu çalışma gerçekten tüm dikkatleri üzerine çekmiştir.
Sanat ile gastronominin birlikteliği her sanat akımında ve her yüzyılda farklı bir şekilde karşımıza çıkar. Büyük bir endüstriye dönüşen gastronominin bundan sonra da çağdaş sanatı etkilemeye devam edeceği aşikardır.