preloader

Küratör Sohbetleri: Ayça Okay

13.01.2025
Küratör Sohbetleri: Ayça Okay

Yazı Boyutu:

Uluslararası platformlardaki artan görünürlüğü ve başarılı projeleri ile dikkat çeken küratör Ayça Okay ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Sanatın sınırlarını genişleten, uluslararası projelere imza atan ve küratörlük vizyonuyla sanat dünyasında dikkat çeken bir isimle karşı karşıyayız. Giza Piramitleri’nde düzenlenen prestijli Art D’Égypte’in Onursal Küratöryel Kurulu’na seçilmesi, Barselona’daki Panoramik Festivali’nin küratörlüğünü üstlenmesi ve 2026’da Nathalie Rey’in solo sergisi için hazırlıkları yürütmesi, onun çok yönlü bir yaratıcı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Gelin, uluslararası platformlardaki artan görünürlüğü ile dikkat çeken küratör Ayça Okay’ın bu ilham verici yolculuğunun perde arkasına tanıklık edin.

Art D’Égypte Onursal Küratöryel Kurulu’na seçilmek sizin için ne ifade ediyor? Bu görevdeki hedefleriniz neler?

Bölgeden genç bir kadın küratör olarak Art D’Égypte’nin Onursal Küratöryel Kurulu’na seçilmek, büyük bir gurur ve aynı zamanda geniş bir sanatsal ve kültürel sorumluluk taşıyan bir fırsat. Mısır’ın kültürel mirasını günümüz çağdaş sanatıyla birleştiren bu platformda yer almak, küresel sanat dünyasında etkili ve sürdürülebilir projeler geliştirmeyi amaçlıyorum. Küratöryel pratiğimde, sanatı toplumsal bir deneyim olarak şekillendirerek, yerel topluluklarla güçlü bağlar kurmayı hedefliyorum. Yönetim Kurulu Üyesi olduğum BAKSI Müzesi’nde de benzer bir yaklaşım benimsiyorum; sanatı sadece estetik değil, toplumsal etkileşime dönüştüren projelere odaklanıyorum. Art D’Égypte’deki amacım, sanatın toplumsal etkilerini vurgulamak ve bu projeleri yerel topluluklar için dönüştürücü bir araç haline getirmek, aynı zamanda Türk sanatçılarının uluslararası platformda daha fazla yer almasını sağlamak elbette.

Art D’Égypte Onursal Küratöryel Kurulu’na katılmanızın ardından, Mısır kültürünü ve Giza Piramitleri’ni bir küratör gözüyle nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tarihi mekanda sergilenecek sanat eserlerini seçerken önceliğiniz ne olacak?

Giza Piramitleri, geniş boşlukları ve zorlu koşullarıyla yalnızlık, dayanıklılık ve içsel arayışın sembolü olan Sahra Çölü’nün kenarındaki Giza Platosu’nda, Kahire’nin kaosunun güneyinde, Nil Nehri’nin batısında yer alıyor. İnsan eliyle yapılmış bu muazzam kütlelerin boşluktaki temsiliyetini düşünmek bile beni çok heyecanlandırıyor. Bence, varoluşsal sorgulamalarla yüzleşmek, sadeleşme ve arınma süreçlerini yeniden düşünmek için bir ortam sağlıyor. Bu ortamda, farklı disiplinlerden sanatçıların çıktılarını sergilemek, geçmişle yüzleşmenin yanı sıra bu tarihi mirası çağdaş bir bakış açısıyla yeniden yorumlama fırsatı yaratacak diye düşünüyorum. Türkiye’den sanatçıların seçkide yer alması ise en önemli motivasyonum.

2025 Barselona’daki Panoramik Festivali gibi bir etkinlikte küratör olarak mekan, kültür ve sanat arasında nasıl bir bağ kurmayı planlıyorsunuz?

Küratör Sohbetleri: Ayça Okay

2025 Barselona’daki Panoramik Festivali’ne eş küratör olarak davet edilmekten dolayı büyük bir mutluluk duyuyorum. Barselona, Loop Video Sanatı Fuarı danışmanlığım sebebiyle iki yıldır üzerinde çalıştığım bir şehir. Sanat üretimi, Akdeniz bölgesi ve kültür arasındaki organik ilişkiyi yeniden keşfetmeye yönelik bir kavramsal altyapı oluşturuyoruz. Etimolojik referanslarla bir topluluğun kültürel hafızasına ve mekânın o topluluğun ruhuna nasıl dokunduğuna dair bir diyalog kurmaya özen göstereceğiz.

Bu edisyonda üzerine çalıştığımız başlık “Ojalá/Inshallah”. Barcelona’da yaşayan çok sevdiğim bir koleksiyoner arkadaşım Eren Metin Esgin aslında bu serginin isim babası diyebilirim. Kendisi ile bir konuşmamız esnasında bana gündelik dilde kullanılan gelecekteki bir durumun gerçekleşmesini umut etmek ya da dilemek için söylenen bu kelimenin çeşitli kültürlerdeki farklı yansımalarının izinden gitmek istedim. Her ne kadar umut dolu olsa da bekleme eylemi çoğu zaman umutsuz veya olumsuz da olabildiğinden bu “askıda kalma” durumunu günümüz sosyal ve politik içerikleri üzerinden değerlendirmeye almak istedim. Festival, özellikle Al-Andalus dönemi sırasında İber Yarımadası’na yayılan Müslüman etkisiyle şekillenen kültürel etkileşimleri yansıtan, İspanyolca “ojalá” ve Arapça “inshallah” terimlerinin etimolojik kökenlerinden hareketle, umut kavramının bireysel değerlendirmelerine odaklanacak. Bu sebeple eş küratör Merce Alsina ile Türkiyeli ve Katalunyalı sanatçıları davet ettiğimiz karma sergimizde toplumlarımızdaki umut, beklenti ve geleceğe dair vizyonların farklı yorumlarını inceleyerek, daha iyi ve daha adil bir geleceğe dair arzuların ifadesini araştırıyoruz.

2026 yılında Nathalie Rey’in Mataro Çağdaş Sanatlar Müzesi’nde gerçekleşecek solo sergisinin küratörlüğünü yapacaksınız. Bu solo sergi için nasıl bir küratöryel yaklaşım benimseyeceksiniz? Bu serginin anlatısını nasıl oluşturmayı düşünüyorsunuz?

Nathalie Rey’in Mataró Çağdaş Sanatlar Müzesi’nde gerçekleşecek solo sergisi için, sanatçının önceki projelerinin izinden giderek, onun sanatsal dilinin evrimini ve toplumsal eleştirisini derinlemesine ele almak istiyorum. Nathalie’nin çalışmaları, genellikle toplumsal yapıları, bireysel özgürlüğü, kimlik arayışını ve insan doğasının kırılganlıklarını sorgulayan temalar üzerine yoğunlaşıyor. Onun mevcut sanatsal bakış açısını ve deneysel yöntemlerini merkeze alarak, izleyiciyi hem fiziksel hem de zihinsel bir yolculuğa çıkarmayı amaçlıyoruz. Beraber çalışmaktan büyük keyif aldığım bir sanatçı. Serginin ana teması, bellek, kimlik ve toplumsal dışlanma üzerine odaklanacak. Bu, izleyicinin hem kişisel hem de toplumsal düzeyde bir bağ kurmasını sağlayacak şekilde yapılandırılacak. Eski ve yeni eserlerine dair taze ve provokatif perspektifler sunarken, aynı zamanda toplumsal meselelerin evrimini de gözler önüne sereceğiz. Nathalie’in daha önceki çalışmalarında gördüğümüz metin, heykel, video ve yerleştirme gibi farklı disiplinler arasında geçişler yaparak sergiyi kurgulamak istiyorum. Özellikle Panoptikum projesindeki temalar – gözetim, yabancılaşma ve izolasyon – sergiye güçlü bir bağlam sağlayacak. Ancak bu kez bir adım daha ileri giderek, bu temaları toplumsal hafıza ve tarihsel travmalarla ilişkilendirecek ve izleyiciyi, insanın ve toplumun kırılgan doğasına dair daha derin bir farkındalık yaratmaya teşvik edeceğiz. Mataro Müzesi Katalan Mahallesi’nde yer alan tarihi bir hapishane. Dolayısıyla, iktidar mekanizması ve gözetleme üzerine başlı başına güçlü bir söylemi olan bir yer.Geçtiğimiz yıl bana göre Manifesta Bienali’nin güçlü mekanlarından biriydi. Ziyaret ederken kalbimden çokça burada sergi yapmayı geçirdiğimi hatırlıyorum. Şanslıyım ki bu hayalim gerçek oluyor.

“Mataro Çağdaş Sanatlar Müzesi” gibi bir mekanda çalışmanın getirdiği zorluklar ve fırsatlar neler?

Mekan tarihi ve koruma altındaki bir panoptik hapishane olmasından dolayı, mekânsal düşünme süreci biraz güçleşiyor. Taşıyıcıları kullanamadan yapıtları alternatif askı aparatlarıyla yerleştirmeye çalışıyoruz. Ayrıca, yarı panoptik olan bu alanın kavramsal söylemi, serginin kendi içindeki söylemle doğrudan iç içe geçtiğinden, mekanı fazla kapatmamaya özen gösteriyoruz. Amacımız, yarım dairenin izleyici tarafından hissedilmesini engellemeden mekansal deneyimi mümkün olduğunca açık tutmak. Elbette bu sanatçı tarafından üretim esnasında oldukça zor kararlar almayı gerektiriyor. Yeniden mekana göre üretimi düşünmek zorundayız. Ancak bunlar işimizin en keyifli bölümleri. Panoptikon hapishaneler tek bir merkezden kontrol ve gözetleme imkanı yaratılarak sürekli gözetim altında olma kaygısıyla mahkumların davranışlarını düzeltmek üzere tasarlanmış yapılar. Bu yaklaşımı bazı eserlerin içeriği ve yerleşimiyle vurgulamak niyetindeyiz. Ayrıca mekanın işlevsel dönüşümü kültür ve sanata alan açarak yenilenmesi ve çağdaş sanat sergileri aracılığıyla yerel halk ile buluşuyor olması çok kıymetli. Nathalie’nin düzenlediği bir dizi çocuk atölyesi de bölgedeki çocukların yaratıcı ifadete yakınlık duyması için çok kıymetli.

Knitology ile yaptığınız styling çalışmasından bahseder misiniz? Sanat ve moda arasındaki bu etkileşimi nasıl yorumluyorsunuz?

Moda benim takip etmekten fazlasıyla keyif aldığım bir ifade alanı. Sanat tarihindeki kilometre taşı sayılabilecek pek çok akımın moda ve mobilya tasarımındaki izlerini zaten biliyoruz. Her iki tarafın birbirini beslediğini söylemek mümkün. Özellikle bugün severek giydiğim pek çok markanın tasarım felsefesinin karakterimle doğrudan örtüştüğünü söyleyebilirim. Post-modernizm burada bir adım öne çıkabilir, sevdiğim markaların çoğunda füzyon hakim. Renkleri ve dokuları karıştırmayı çok seviyorum. Mesleki deformasyon olabilir bir şeyleri yan yana koymayı denemeyi çok seviyorum. Yakın arkadaşlarım çoğu zaman “bunu görünce tam Ayça’nın giyeceği tarz bir şey dedik” diyerek gerçekten çok ilginç parçaları benimle paylaşırlar. Bu kadar risk alıyor muyum emin değilim ama böyle düşünmeleri hoşuma gidiyor. Bugün baktığımızda moda devlerinin ticari amaç gütmeyen vakıflarının “starchitect” olarak hayranlıkla takip ettiğimiz yıldız mimarlar tarafından tasarlanan muhteşem binaları ve güçlü koleksiyonları var. Bu koleksiyonların markaların kendi söyleminin dışında yeniden yorumlandığını ve kamuya farklı biçimlerde gösterilerek paralel etkinlik ve öğrenme programlarıyla beraber desteklendiğini görmek ve lüks tüketimin dolaylı olarak daha geçirgen hale geldiğini görmek memnuniyet verici. Elbette bu alanda çok cömert vergi avantajları var. Moda devlerinin dev kültür sanat vakıfları kuruyor olması tamamen filantropi düşüncesinden kaynaklanmıyor ancak ben bunu sanatın gelişimi ve güçlenmesi için çok gerekli buluyorum. Son yıllarda hayranlıkla izlediğim bir konu da küratörlerin çeşitli obje, sanat yapıtı, arşiv materyali, dijital araçlar ve zanaat üretimleri ile ortaya koydukları vitrin tasarımları ve bunun daha performatif uzantısı olarak “runway curation”. Geçtiğimiz sene Maison Margiela’nın PFW’de gerçekleşen muhteşem “Artisanal” başlıklı runway şovunu unutamıyorum. Benzer şekilde Superbowl ve Paris Olimpiyatları’nın açılış gösterilerinin sanat direktörlerini çok şanslı buluyorum. Böyle bir fırsatın elime geçmesini çok isterdim.

Kadın girişimcileri ve üretimlerini ayrıca yakından takip ediyorum. Türk tasarımcıları sıklıkla tercih ediyorum. Ben çok yetenekliler. Kurucusu Bahar Ceren Arslan’ı da çok başarılı bulduğum Knitology bu röportaj için stylingi üstlendi. Pantone ismini de hayli sevdiğim Türk denizi mavisi bu yılki önemli proje duyurularımda bana uğur getiriyor. Knitology gelecekçi bir tasarım yaklaşımına sahip, maskülen ve feminenliği çok iyi dengelediğini düşünüyorum. Saten, kadife kumaş ve organze gibi çok çeşitli bir dili var. Bu markayı daha çok uluslararası platformlarda görmek harika olur.

Uluslararası projelerde yer almak, küratörlük pratiğinizi nasıl etkiliyor? Küresel bir perspektif kazanmak size nasıl bir avantaj sağlıyor?

Uluslararası projeler küratörlük pratiğimi önemli ölçüde dönüştürüyor ve zenginleştiriyor. Sanatsal söylem ve pratiklerin farklı coğrafyalarda ve kültürel bağlamlarda nasıl şekillendiğine dair derinlemesine bir anlayış geliştirmeme olanak tanıyor. Belirli toplumsal ve tarihsel koşullar altında sanat üretiminin nasıl dönüştüğünü anlamama yardımcı oluyor. Benim gibi her daim öğrenmeye iştahlı birisi için yalnızca bir uygulama meselesi değil, aynı zamanda sanatı daha geniş bir kültürel ve entelektüel bağlamda yeniden düşünme fırsatı adeta. Uluslararası projelerde yer almak, aynı zamanda sanatı yalnızca “bir şey yapmak” değil, bir süreç olarak görmek anlamına geliyor. Küratörlük pratiği, bir bakıma bir “deney”dir; sürekli olarak yeni bağlamlar, yeni etkileşimler ve yeni anlatılar keşfetmeye yönelir. Sürekli evrilen bu dinamiğin peşine takılmak çok tatmin edici. Küresel bir perspektife sahip olmak, sanatın bir iletişim aracı olarak gücünü artırıyor. Sanat tarihçisi Hans Belting’in ifade ettiği gibi, sanat “yeni bir dünyayı duyumsamanın” bir yolu olabilir. Sadece fiziksel değil, aynı zamanda kültürel ve zihinsel sınırları aşan bir “dünya”. Sanatı yalnızca bir yerel ifade değil, küresel bir diyalog biçimi olarak görmek, farklı kültürler arasındaki paralellikleri ve çatışmaları benim için daha görünür kıldı.

Küratörlük, sanatı izleyiciye farklı bir açıdan sunma fırsatı tanıyor. Sizin küratöryel yaklaşımınızda en çok önemsediğiniz mesaj veya tema nedir?

Robert Storr, çağdaş sanatın ve sergi pratiğinin en önemli düşünürlerinden biri olarak, küratörlüğü ve sergi yapımını derinlemesine ele alıyor. Sergiler sadece sanat eserlerinin bir araya getirildiği bir alan değil, aynı zamanda bir dil, bir anlatı biçimi olarak görülmektedir. Storr, sergi yapımını “sergi alanındaki her bir öğenin bir bütünün parçası olarak işlediği bir dilsel yapı” olarak tanımlıyor. Bu yaklaşımla sanatın sadece estetik bir gösterimi değil, bir anlam, bir düşünce ve bir söylem taşıyan bir pratiğe dönüştürülmesini hedefliyor. Açıkçası benim küratöryel pratiğimde de Storr önemli bir ilham kaynağı. Bir sergi, bir dilin veya anlatının oluşturulması süreci gibi. Eserler arasındaki ilişkiler, izleyiciye iletilmek istenen mesajı daha etkili bir şekilde taşımak için dikkatle tasarlanmalı. Sergilenen her bir yapıtın mekânda nasıl yerleştirildiği, izleyicinin bu öğelerle nasıl etkileşime geçeceği ve serginin genel atmosferi, sergiye dair anlatının bir parçası haline gelmeli. Sanatı dilsel bir yapı olarak görmenin ötesine geçerek, sergilerin düşünsel ve duygusal bir yolculuk sunduğu bir alan yaratmayı amaçlıyorum. Bu bağlamda, sergi alanını sadece görsel değil, aynı zamanda entelektüel ve duygusal bir deneyim sunan bir mecra olarak şekillendiriyorum.

Önümüzdeki dönemde başka hangi uluslararası projelerde yer almayı planlıyorsunuz?

Çok yakın bir zamanda anons edilecek bir haberim daha olacak. Ülkemizdeki bir bienalin küratörlüğünü üstleneceğim. Oldukça stresli ve heyecanlıyım. Umuyorum altından başarıyla kalkacağım.

{15365}

Sinem Genç
Sinem Genç Tüm Yazıları