Sanatçı Sohbetleri: Ebru Döşekçi
Yazı Boyutu:
Sanatçı Ebru Döşekçi ile son çalışması “Kimse Bilmez” üzerine eserlerinin temas ettiği duygusal karşılıkları keyifli bir sohbette konuştuk.
Ebru Döşekçi renkler ve geometrik şekillerle kurduğu dünyasına izleyicileri her seferinde farklı bir atmosfer yaratarak davet eden bir sanatçı. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi mezuniyeti sonrasında profesyonel iş yaşamına ara vererek tutkunu olduğu heykel sanatına yönelen sanatçı bu yolculuğunda önemli kilometre taşlarını geride bıraktı. Döşekçi, 2009 yılında açtığı ilk solo sergisinden bu yana yurt içi ve yurt dışında birçok sergi ve fuara katıldı; hâlen çalışmalarını İstanbul ve Londra’da sürdürüyor. Sanatçının işleri özel ve kurum koleksiyonlarında yer almakla birlikte yerel ve uluslararası fuarlarda da sergileniyor.
Ebru Döşekçi’nin geometrik oyunlarla kendine ve çevresine daha yakından baktığı son dönem çalışmalarını kapsayan “Kimse Bilmez” başlıklı sergisi ise bugünlerde izleyicilere yeni bir dünyanın kapılarını aralıyor. Ebru Döşekçi’nin geleneksel minimalist heykellerle yakınlık kuran işleri, bu akımın nesnel, göndermeden uzak tavrının aksine izleyiciyi davetkâr bir yaklaşımla aralarında bir gezintiye davet ediyor. Sanatçı, geometrik yapıları hislerin birer ifadesi, soyut dışavurumları şeklinde kullanıyor; yaşanmışlıkları, her geçen gün bedende ve ruhta artan izleri gizlemek yerine yapıcı bir görünürlüğü tercih ediyor.
Ebru Döşekçi’nin dünyaya ve kişilere olan merakı, ilk kez bu sergi için üretmeye başladığı işleriyle birlikte kültürel referansları ve kişisel olanı önceliklendirerek izleyiciyi kendi hikâyesine dahil ediyor. Ceren Erdem’in küratöryel danışmanlığında, Esra A. Aysun’un proje yönetiminde bağımsız olarak düzenlenen ve Alexandre Vallaury binasında 20 Nisan’a kadar görülebilecek serginin detaylarını sanatçı Ebru Döşekçi ile konuştuk.
Bu sergideki çalışmalarınız 1960’ların minimalist dilini çağrıştırır nitelikte olduğunu var sayarsak bu sefer ki çalışmalarınızı siz tematik olarak nasıl yorumlarsınız?
Aslında üretim tarzı olarak öyle olabilir ama ben biraz daha belki post minimalist,soyut ekspresyonist ya da colorfield diyebilirim. Bir sürü yere referans verebilirim. Küratörümüzün anlattığı ya da okuduğu şekliyle böyle ama ben belli bir yere kendimi koymuyorum. Tabii etkilendiğim sanatçılar ve dönemler var ve o sanatçılar ve dönemler itibariyle evet 1950’lere – 60’lara işaret ediyor. Fakat o döneme ait diyemem işlerim için. Çünkü hem malzeme olarak, hem ifade biçimi olarak, hem de his olarak başka şeyler anlattığımı düşünüyorum.
Sergiye hazırlık süreciniz nasıl gelişti? Bu süreçte eski çalışmalarınıza kıyasla yeni keşifleriniz oldu mu?
Evet, uzun soluklu bir çalışmaydı bu, en son sergimi 2019’da açmıştım. Dört sene geçmiş üstünden. Bir de pandemi atlattık. Tabii, pandemide biz atölyeden çıkmadık. Çalışmak için çok fırsatımız oldu. O yüzden de bu sergi benim bugüne kadar yaptığım en kapsamlı, en büyük sergi oldu. Kendi açımdan baktığımda, kendi ilerlememi ya da ne yöne gittiğimi çok daha iyi görüyorum şu anda. Tabii ki yeni keşiflerim oldu. Üretim sürecimde en başlara dönersek; atölyeye yapacağım işi bilerek, karar vererek giriyordum. Daha sonra tesadüfi işlere döndüm, atölyeye ne yapacağımı bilmeden girmeye başladım. Böyle olunca da atölye benim için bir oyun alanına dönüştü. Her gün yeni bir keşifle atölyeye girmiş oldum. Hem malzeme bakımından, hem boya bakımından, hem üretim biçimi olarak bambaşka yerlere gitti işlerim. Bu sergideyse bambaşka bir kapı açıldı bana. Bir kitabı okurken, o yazarın bir sanatçıyla yaptığı etkileşim ve oyun sayesinde ben de kendimi onların içinde buldum. Paul Auster’in Leviathan kitabının üzerine Sophie Calle ile birlikte yaptığı çalışma beni çok etkilediği için, aynı Sophie Calle gibi, insanları takip ederek o takiplerin sonucunda ortaya çıkan, o insanların bana verdiği hislerden yola çıkarak heykeller yaptım. Bu da benim ilk defa, aslında bir referansla, atölyenin dışında yaptığım bir üretim oldu.
Çalışmalarınızda dikdörtgen, oval biçimler var ya da geometrik formların dönüşümünün bir aradalığı nasıl bir düzen oluşturuyor?
Aslında geometrik soyutlama ya da belki de geometrinin bozulması olarak da tarif edebiliriz. Çünkü hem belirgin formlar hem de belirsiz formlar üzerinde çalışıyorum. Aynı zamanda iki boyut-üç boyut üzerine de çalışıyorum. Yani çizgiler tamamen iki boyut ama çizginin bindiği yer üç boyut ve çizgiyi de üç boyuta taşıyor. Dolayısıyla aslında oynadığım şeyler geometrik bir küreyken, küreyi aslında ben kendime göre deforme etmiş oluyorum.
Geometrik formların karşılığı olan hisler üzerine yoğunlaştığınız seziliyor. Bu formların duygusal karşılıkları üzerine nasıl bir yorumunuz var?
Aslında geometrik soyutlama ya da geometriyi deforme etme olarak da algılayabiliriz. Ama tabii, tanımlı geometrik formlar, biçimler insanların çok daha kolay iletişim kurabildiği formlar. Tanımlı olduğu için de daha kolay etkileşime girebiliyor, daha kolay anlamlandırabiliyor izleyici. Belki de işlerin tamamında belirli geometrik formlar yok ama belirsiz ve deforme geometriler belirli geometrilerle bir araya gelerek bütün işleri toparlaması açısından bir fayda sağlıyor. Yani eğer ben daire kullanıyorsam ya da küre kullanıyorsam, onun yanında mutlaka belirsiz bir form da kullanıyorum. Ama onların ilişkilendirilmesi açısından, işlerin ilişkilendirilmesi açısından tabii ki bana kolaylık sağlıyor. Çünkü izleyici de daha kolay ilişki kurabiliyor işlerle bu sayede. Bir taraftan da benim burada gördüğünüz çizgili işlerim var. O çizgili işler de iki boyutla üç boyutu aslında birbirine yaklaştıran, iki boyut acaba üç boyuta dönüşebilir mi gibi sorular sorduran işlerden bazıları.
Bu sergide bir diğer dikkat çeken şey ise renk kullanımı, canlı renkleri tercih etmenizin nasıl bir karşılığı var?
Eğer beni geçmişten beri takip ediyorsanız, ilk sergimden beri ben zaten renkle çok ön plana çıkıyorum. Bu da benim kendi karakterimden, yaşam biçimimden kaynaklanıyor bence. Eğer bir işte renk yoksa ya da çok nötrse mutlaka bir süre sonra onun yanına renkli bir şey geliyor. Bence işi tanımlamak için nasıl bir ressam renkleri kullanıyorsa, ben de işi tanımlamak için aslında renk kullanıyorum. Bir de kullandığım renkler genelde benim o günlerde en sevdiğim renkler oluyor. Ya da işi, rengine göre, diyorum ki bu iş bu renk olmalı mutlaka. Buna nasıl karar verdiğimi ben de bilmiyorum, öyle çıkıyor. Yalnız bu sergide genelde işler beyaz, çok az renk var. Bu renkler de sadece işlerde leke gibi, ya da bir yansıma gibi, ya da içinden çıkan bir ışık gibi… Bunlar da tabii, işlerin çok rijit olmasından ve o rijitliğin içinden de yine bir umut, bir ışık, bir renk çıkması için koyduğum renkler.
Serginin değindiği kavramsal temalardan biri de Ursula Le Guin’ın Hep Yuvaya Dönmek metaforuna da bir atıf olamsı. Daha iyi bir dünya kurmanın mümkün olduğuna olan inancı da müjdelemek gibi bir mesaj içerdiğini söyleyebilir miyiz..
Yok, hayır. Kitabın kendisi aslında ideal bir ütopyadan bahsediyor. Ve bu ütopya aslında bizim hep varolmasını istediğimiz hayat, varolmasını istediğimiz dünya, eşitlik, adalet, doğa-insan ilişkisi… Bunların hepsi aslında bizim ulaşmaya çalıştığımız, istediğimiz şeyler. Ama belki de on hayat, yirmi hayat geçse bile biz bunlara erişemeyeceğiz. Ursula K. Le Guin’ın aynı adlı kitabında, oradaki idealize dünyada aslında bence ‘’yuvaya dönmek’’ denilen şey, içe dönmekten kaynaklanıyor. Yani biz içimize döndüğümüz zaman, içimizde kendimize dürüst ya da kendimizle adil olduğumuzu, merhametli ya da vicdanlı olduğumuzu düşünüyorsak aslında bu ütopyayı kendi içimizde başarmış oluyoruz. O yüzden o işle kendi yaşamımı özdeşleştirerek bir sonuca varmaya çalıştım.