Sanatçı Sohbetleri: Hüseyin Aksoy
Yazı Boyutu:
Sanatçı Hüseyin Aksoy ile son çalışması “Kuşların Uğrak Yerleri”nde değindiği temalar üzerinden sanata yaklaşımlarını ele aldık.
Hüseyin Aksoy resim, video, fotoğraf gibi farklı disiplinlerde çalışan bir sanatçı. Aksoy, coğrafyanın , tarihin ve belleğin yok olması üzerinden tahrif etme ve buna birer müdahale olarak ‘karşı-tarih ve karşı-hafıza’yı önermeye çalışan işlerde kendince bir anlatı dili bulmaya çalışıyor. Sanatçının yine benzer temalar etrafında şekillendirdiği son çalışması olan ‘‘Kuşların Uğrak Yerleri’’ adlı kişisel sergisi Ferda Art Platform’da izleyiciler ile buluştu.
Hüseyin Aksoy’un bu sergisinde bir manzaraya bakışımız ve bu manzaraya nereden baktığımız, bugünkü Orta Doğu sınırlarını belirleyen İngiliz arkeolog Gertrude Bell’in arşivi üzerinden yeniden anlamlandırılıyor. Aksoy sergisinde farklı disiplinlerde ürettiği eserleriyle kültürel tahribat kavramını, bu kavramın temsiliyetine dayalı tarihsel anlatılarını ve sömürgecilik söyleminin anlatı inşasını inceliyor. Bell’in hikayesinde ilgilendiği konu olarak yaşadığı bölgenin sınırlarına dikkat çeken Aksoy, bu bağlamda ‘hayali coğrafyalara’ bakarak kültürlerarası ilişkiler, mülksüzleştirilmiş topraklar ve bu toprakların arkeoloji meselesi üzerine eğiliyor. Sergide resim, video, kolaj ve yerleştirme gibi disiplinlerde oluşan işler kurmaca dil içerisinde tekrar bir kurgu yaratmaya çalışıyor.
Sanatçı Hüseyin Aksoy ile 23 Kasım’a kadar Ferda Art Platform’da görülebilecek son çalışması “Kuşların Uğrak Yerleri”ni konuştuk.
Serginin değindiği göç teması ve coğrafya ilişkisi üzerine nasıl bir çerçeveye oturuyor çalışmalarınız… Sizden dinleyebilir miyiz…
‘’Kuşların Uğrak Yerleri‘’ başlıklı kişisel sergim; “Bir manzaraya baktığımızda ne görüyoruz?” sorusundan başlayarak manzaraya bakışımızı ve nereden baktığımızı merkeze alıyor. Bu düşünceyi, arkeolog Gertrude Bell’in arşivi üzerine iz sürerek anlamaya çalışıyorum. Yerinden edilmiş insan ve insan olmayan ‘’şeylere’’, nesnelere, mekânlara, harabelere bakarak kişisel hafızama ve toplumsal belleğime dair izler sürmekteyim. Özellikle manzarasızlaştırılmış topoğrafyalara kulak kabartmaya, o coğrafyalar da, yüzyıllardır süren kolonyal şiddetten ve onun bıraktığı izlerden, lekelerden yürümeye çalışıyorum. İhtilaflı bir coğrafya olan Mezopotamya coğrafyasında yüzyıllardır süren ve tahakküm altında kalmış, ve buna benzer ihtilaflı coğrafyaların da sömürgecilik sonrası kalıntılarına göçebe bir varlık olan kuş metaforu üzerinden sergiyi anlamlandırmaya çalışıyorum.
Sergiye ilhamını veren Gertrude Bell’in nasıl bir hikayesi var ve size nasıl bir duygu verdi bu hikaye?
Bundan yaklaşık olarak iki yıl önce araştırma yaparken tesadüfi olarak 1906 tarihli Mardin’in Yeşilli ilçesinde çekilen bir harabe arşiv görüntüsüne denk geldim. Benim doğduğum yerle bu bağlantıyı kuran bu görsel beni heyecanlandırdı ve bu fotoğrafın kim tarafından çekildiğini merak edip araştırmaya koyuldum. Gertrude Bell’e ait olduğunu öğrendiğimde bu kişinin o tarihlerde niçin oraya geldiğini ve neler yaptığını merak edip onun izini sürmeye başladım. Bu izi sürerken Bell’in bölgeye iki seyahat ve arkeolojik kazılar yaptığını daha sonra kazılarda bulduğu tarihi eserleri British Müzesi’ne götürdüğünü öğrendim. Bell’in aynı zamanda İngiliz devleti için önemli bilgiler gönderdiği ve casusluk yaptığını, böylelikle Orta Doğu’nun bugünkü haritasını ve sınırlarını belirlediğini de öğrenmiş oldum. Bu izi sürmeye başlarken doğduğum coğrafyaya ve öznel tarihime de bir yolculuk yapmış oldum.
Gertrude Bell’in yolculuğunun hangi izlerini sürüyor peki bu sergi?
Bu sergi Bell’in Orta Doğu coğrafyasında yapmış olduğu biri 1906 diğeri 1911 tarihli iki yolculuğunu ele alıyor ve izini sürüyor. Bir yandan da Bell’in Mezopotamya üzerinde yaptığı işlemleri tek tek ele alarak bu manzaralaştırma gayretini adım adım deşifre edip ve bu işlemlerin açtığı yaraları iyileştirmeye çalışıyor.
Çalışmalarınızda resmedilen mekânlarla ilgili bir bilgi verebilir misiniz? Kendine has boya tekniği ile silinen resimleri yeniden canlandırıyorsunuz sanırım…
Gertrude Bell’in Newcaste University arşivine bakarak harabeleri, kalıntıları incelerken ve ‘’Mezopotamya evleri ve artifactleri üzerine bir inceleme’’ adlı resim serisi üzerine araştırmalar yaparken o sıralarda bir Süryani kilisesinin restorasyonunda da kullanılan bir malzeme olan Alman ceviz boyası ile karşılaştım. Bu malzemenin mekana iade-i itibar yapan şifa onarmak gibi ritüelistik bir inanışı vardı. “Ben de acaba bu yerinden edilen yapıları restore edebilir ve onlara şifa bulabilir miyim?” gibi sorular sordum ve bende onlara birer yaşam suyu vermeye çalışma isteği doğdu . Bu mekânlar ve harabeler çoğunlukla Mezopotamya coğrafyasından yapılar. Her biri farklı yerlerde olsalar bile tek bir monokrom renkte birleşiyorlar ve aynı nehirde hayat buluyorlar .
Kullandığınız renk ve ışık temayı destekler nitelikte mi peki? Özellikle seçimlerinizi nasıl tanımlarsınız..
Serginin aslında rengi ve ışığı itibariyle homojen bir yapısı var. Sergideki işlerin tek bir monokrom renkte toplanması ve eşit şekilde ışığın dağılması işlerle ilgili sanki mekânda yürüyor, fısıldıyor ve birbiriyle konuşuyor imgelemi veriyor. Bir atmosfer yaratmayı ve o atmosferin de içinde bulunduğu uzamı ve boşluğu kullanmak istedim. Tıpkı boşlukta süzülen parçacıklar gibi , bu yapılar da uzay boşluğunun bir yerlerinden bize sesleniyor olabilirler…
Sergide ilk girişte fark edilmeyen kuşlar da var. Atmosferik olarak izleyicide hangi duyguyu uyandırmayı istediniz ve nasıl bir atmosferin içerisine sokmak istediniz?
Sergi boyunca kuş uğultusu var ve mekânın görünmeyen yerlerinde kuşlar yukarıdan izleyicilere bakıyor. Öyle fark edilemeyecek ölçekte küçükler ki izleyicinin kuşları fark etmesi için ancak kafasını yukarı kaldırması ve detaylıca bakması gerekiyor. Çocukluğumda evin içinde gezerken bazen kuşların tavan aralarına konakladığını ve yuva yaptıklarını görürdüm. Bu his benim onları hiç fark etmeyip ancak kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda fark edebileceğim bir şeydi. Bu duygunun bende bıraktığı hissin benzer kardeş ruhlara da sesleneceğini düşünüyorum.
Kuşların sınırları olmadığını düşünürsek coğrafik olarak sınırların olmayışına bir vurgu ve serginin izleyiciye kuş uçuşu bir gözlem vadettiğinden söz edebilir miyiz?
Elbette kuşların sınırı olmaz, gitmek istedikleri coğrafyalara göç ederler. Sınırları koyan devletlerdir, eski dönemlerde sınırlar, arada tarafsız bölgelerin bulunduğu ve kesin bir şekilde ayrılmayan bölgelerdi. Tabii zamanla mülkiyet ve toprak meselesi ile birlikte sadece coğrafi olarak sınır değil aynı zamanda bireysel ve toplumsal sınırlar da inşa edildi. Bu bağlamda bu sergi sınırların belirlendiği, çizildiği coğrafyalarda hâlâ “Kuşların uğrak yapabileceği yerler var mıdır?” sorusunu soruyor.